Başlığa bakıp da benim hafiften “kafayı üşütmeye” başladığımı düşünmeyin. Tesadüfen gittim “618” yıl önceye. Gündem içimi karartıyor, bir yandan bence özellikle “unutturulmaya” çalışılan “deprem” diğer yandan da “ciddiye alınmayan” korona tehdidi beni de allak bullak etti.
Neden geri dönmüştüm yazmaya? Sizlerde bir nebze de olsa “İzmir ve tarih” farkındalığı aşılamak ve dikkatinizi çekmekti muradım. Ancak araya özellikle “deprem” girince ve ben de tam merkezinde kalınca (ki buna hala inanmayan dostlarım var, alayına teessüf ediyorum) hedef şaştı.
Bugün milattan sonra 2020 senesinin son ayı giriyor. 1 Aralık. Evrensel ya da ulusal kronolojide “1 Aralık” ile ilgili çok olay olabilir. Lakin ben sadece birini seçtim.
1 Aralık 1402 Bu tarih İzmir için ciddi bir “kırılma” tarihi. Doğudan gelen Timur, artık Türklerin değil Rodos Şövalyeleri'nin egemenliğinde olan İzmir’i kuşatmıştı 1 Aralık 1402’de. Rivayet odur ki, İzmir halkı o tarihte, bu kuşatmayı zerre ciddiye almamış, Timur’dan gelen uyarıları da “boş çaba” görmüştü. Ama Timur’un lağımcıları kıyıdaki kalenin burçlarını bir bir uçurmaya, askerler de içeri girmeye başlayınca “boş çaba” hayal kırıklığına ve paniğe dönmüş. Onca uyarısına rağmen ciddiye almayan İzmir, Timur tarafından korkunç bir yağma, yalan ve katliama tutuldu. Omuz baş, taş üstüne taş bırakılmadı. Hatta derler ki İzmir kıyıları günlerce kesilen başlarla dolmuş da yardıma gelen gemiler dehşete kapılmış. Hepi topu iki haftalık kuşatmadan sonra İzmir düştü ya da zapt edildi.
1071 Malazgirt zaferinden sonra Anadolu doğudan batıya pek çok Türk akını yaşamıştır. Örneğin Kutalmışoğlu Süleymanşah, 1080 yılında İstanbul'a çok yakın olan İznik'i almış ve devletin merkezi yapmıştır. 1081 yılında da Çaka Bey'in İzmir'in 'Yukarı Kalesi'ni aldığı bilinir.
Değerli tarihçi akademisyen Yusuf Ayönü, 2009 yılında 'Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi' içinde 'İzmir'de Türk Hakimiyeti'nin Başlaması' başlıklı bir makale yayımladı. Bolca kaynaktan yararlanarak ve bu kaynakları da belirterek yazdığı makalesinin özet bölümünde aynen şu ifadelere yer verdi: “İzmir'i 1081 yılında Çaka Bey ele geçirir. Böylece şehir ilk defa Türklerin kontrolüne girmiş olur. Ancak Haçlılar sayesinde 1097 yazında tekrar Bizans hakimiyetine geçer. Üç yüz yıldan fazla bir süre Bizans idaresinde kalan İzmir, 1317'de Aydınoğlu Mehmet Bey'in Kadife Kale'yi, 1329-39'da oğlu Umur Bey'in Liman Kalesi'nin ele geçirmesiyle tamamen Türklerin elinde geçer. 1343 yılı sonlarında Haçlılar, Liman Kalesi'ni ele geçirir. Bu tarihten sonra şehir, Emir Timur'un, 1402'de Liman Kalesi'ni zaptına kadar Liman Kalesi Haçlıların, Kadife Kale Türklerin elinde olmak üzere ikiye bölünür. Emir Timur'un Anadolu'dan ayrılmasından sonra, Aydınoğluları'ndan Cüneyd Bey İzmir'in idaresini ele geçirir. Cüneyd Bey'in İzmir ve çevresindeki hakimiyeti 1426 yılına kadar devam eder ve bu tarihten sonra şehir Osmanlı idaresine geçer.
Çaka Bey'in, Mehmet Bey'in, Umur Bey'in, Timur'un, Cüneyd Bey'in, 2. Murad'ın ve tabii ki Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın birbirlerinden ayrılması, birinin diğerine üstün ya da değerli kılınması kimsenin haddine değildir. 1081 İzmir için Türkleşmenin başlangıcı kabul edilebilir. İzmir'in 1081 ile 1922 arasındaki tarihini, halkımızın da anlayacağı bir şekilde masaya yatırmak muhteşem bir çalışma olur. Siyaset kaygılarından uzak, objektif bilimsellikte tartışmalarla, İzmir'in ufkunu açabilecek bir girişim olur. Lakin tarihsel aktörler arasında taraflılık önce tarih bilimine ihanet olur. Çaka Bey ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk arasında taraf tutma eğilimi, ne yazık ki cahil siyasetin Türkiye'ye son yıllarda kattığı bir kötülüktür.
Her yanımız tuhaflıklarla dolu. Tarihe bakışımızdan, dinsel yaşamlara kadar her alan sanki “yabancıların” kontrolünde hala. Ha bazı “Arabi” ülkelerle güya iyi ilişkiler palavrasına sakın inanmayın. Parasal zenginlik yaşayan pek çok kabile benzeri Arabi ülkenin, koyu emperyalist kontrolünde olduğunu unutmamak gerekir.
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ve İzmir Vakfı’nın yeni hamlesi olan “İzmir Zamanı” üst ad olarak kulağa çok hoş geliyor aslında. Daha çok Başkan Soyer’i tanıdığım için, onun kent tarihine olan yoğun ilgisini de bildiğimden bu çalışmanın hem Türkiye’de hem de dünyada dikkat çekmesi halinde, bakarsınız “İzmir tarihi” yeniden yazılır. Çünkü bir yandan 8500 yaşa vurgu yaparken diğer yandan da bu 8500 yılın net olarak doldurulamadığına da dikkat çekmek isterim. Öyle bir kent tarihine sahibiz ki, antik çağdan Rodos hakimiyetine, Timur’dan Osmanlı’ya, çok kültürlü çok inançlı ama illaki hoşgörü temelli sosyal yaşamdan emperyalist işgale ve ulusal devlete kadar her rengin, sesin ve nefesin olduğu bir geçmişimiz var. Ama sanki sürekli baskılanmaya tabi olmuş. Bunda ne yazık ki hala mücadele ettiğimiz emperyalist kapitalist oyunlar etken.
Ben size yazacağım bazı “ayrıntılar”. Bunlara bazen kızacak karşı çıkacaksınız bazen de “vay neler olmuş” diyeceksiniz. Resmi tarihçiliğe, dayatmacı ezberci tarihçiliğe, yok sayan ve ayrımcılık kokan tarihçiliğe külliyen karşıyım. Hele yabancıların yazdığı yerel tarihe de temkinliyim.
“İzmir Zamanı” üzerine biraz daha çalışıp yazacağım. Belki İzmir Vakfı ile çatışacağım ama bilinmelidir ki 4 kuşaktır İzmirliyim, pek çoğunun bilmediği İzmir ayrıntılarına sahibim. Bu çalışmalarda özellikle İstanbul aydınlarından çok, İzmir’in Orhan Beşikçi’den Yaşar Ürük’e, Mustafa Uzel’den İlhan Pınar’a pek çok “gerçek” ve yerli araştırmacıdan yararlanmak İzmir’in çıkarında olur. Zira yaşadığımız tüm kentsel sosyal kültürel sorunların, ayrılıkların nedeni, kendi kentimizin dinamiklerini değil, başka kentlerin dinamiklerini tercih etmemizdir.
Unutulmamalıdır ki bugüne kadar hep ya tek taraflı ya da ön yargılı bakılan “İzmir tarihi”, istesek de istemesek de beğensek de beğenmesek de bizim tarihimizdir. Biz, “bizi” bizden uzak tutup, “başkalarından” medet umarsak, ortaya çıkacak ucubenin kimseye faydası olmaz.
TARKEM’den hikayeler...
İnanın Tarkem beni şaşırtmaya devam ediyor. Kurulduğundan beri bir türlü “kentle bütünleşememeleri” bir yana, yaptıkları “içe dönük” çalışmalarda, o kadar insani yaklaşsam da ben ve benim gibi İzmirlileri ısrarla “dışarıda tutma” çabalarına anlam veremiyorum. Aslında anlıyorum lakin anladığım, Tarkem’in beyan ettiği vurgularla çelişiyor. Hatta kendi kendileriyle adım başı çelişiyorlar. Eleştiri kabul etmedikleri gibi, katkı da istemiyor ve tamamen seçkinci bir havada “yaşayıp gidiyorlar”.
Tamamen tesadüf eseri gördüm bu çalışmayı. Kendilerince isim de vermişler “Kemeraltı Hikayeleri Projesi” diye. Açıkçası ilk görüşte beğendim. Baktım http://www.tarkem.com/kemeralti-hikayeleri-kitap-oldu/ adresinde pdf indirme olanağı da var. İndirdim okudum. Olmadı bir daha okudum. Kimse kusura bakmasın içinden “İzmir” geçen her şeye burnumu sokarım. Ne de olsa adım “Hasan Tahsin”. Burnum da iyi koku alır. Lakin bu kez de iyi koku alamadım. Kitapta bu proje ile ilgili satırlara bakalım önce. Bir kısmını aldım buraya, siz web sitesine girer hepsini okursunuz.
“Kemeraltı, 2500 yıllık tarihi ile farklı çağlar, dinler ve kültürleri temsil eden sayısız mimari yapı ile adeta bir açık hava müzesi konumundadır. Kemeraltı Hikayeleri Projesi, mekân- insan olgusu ile edebi ve görsel sanatları birlikte ele alarak kültürel mirasın korunması ve gelecek nesillere aktarılması temel felsefesiyle hayata geçti. Kemeraltı ve çevresinin oluşturduğu İzmir’in tarihi kent merkezi ile özdeşleşen, onu özgün kılan sayısız isim arasından; baş eczacısından fotoğrafçısına, spor kulübünden eğitimcisine belirlenen on isim Kemeraltı Hikayelerinin baş karakterleri oldu. Kemeraltı Hikayeleri Projesi; kültürel faaliyetlerin çeşitlenmesi, görsel sanatlar ve gösteri sanatları alanındaki kültürel projelere ortam, mekân ve kaynak sağlamak amacıyla, Goethe-Institut, Hollanda Büyükelçiliği, İstanbul İsveç Başkonsolosluğu ve Fransız Kültür Merkezi’nin öncülüğünde İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) ve Anadolu Kültür’ün iş birliğiyle gerçekleştirilen Kültür için Alan programının desteği ile hayata geçirilmektedir.”
Derdim Kemeraltı Tarihi değil. Zaten ona girmek de cesaret ister. Hele bu satırlardan sonra iyice cesaret ister. Hafta içi bazı üstadlarımla konuşacağım bu “Tarkem tarih yazıcılığı” metodunu. Yaşı 8500 olan İzmir’in tam de merkezindeki Kemeraltı’nın yaşı 2500 nasıl oluyor sormam lazım. Ancak 2500 vurgusuyla seçilen “hikâye kahramanlarının” yaşam süreçleri arasında inanılmaz bir uçurum var değil mi? “Başeczacısından fotoğrafçısına, spor kulübünden eğitimcisine belirlenen on isim Kemeraltı Hikayeleri'nin baş karakterleri oldu” satırları kendilerine ait.
Bir noktayı özellikle belirtmek istiyorum. Ben yapılmaya çalışılan işe karşı değilim. Sadece anlayamadığım şu, 2500 yıllık bir süreçten seçilen “baş karakterler” gerçekten “bilinerek mi” yazılmış? Ve bu baş karakterler hangi kriterlere göre belirlenmiş? Ama şahsen “Rahmetullah Efendi” hikayesi “baştan savma” girmiş bu kitaba. Üzüldüğümü açıkça yazıyorum. Fakat “projeyi” yaşama geçirenler, galiba benim “karşı çıkacağımı” anlamışlar ki, “teşekkür” bahsinde bakın kendilerini nasıl peşin savunmuşlar: “Hikayelerdeki amaç, Tarihi Kemeraltı Çarşısı ve topluma mal olmuş karakterlerin, hikayelerinin kurgulanarak yeniden okurların dikkatine sunulmasıdır. Yazarlar, tarihsel gerçekliğin üzerine, tarihsel olmayan kurgusal ögeler ile çalışmalarını tamamlamıştır. Bu nedenle hikayeler tarihin bire bir yansıması değil, tarihi mekân ve olayların kurgulanarak; belirlenen karakterler özelinde yeniden yorumlanmasını kapsamaktadır. Yazın sürecinde karakterler ve mekanlara dair ulaşılan yazılı ve sözlü kaynaklar her bir hikâyenin sonunda belirtilmiştir. Sürç-ü lisan ettiysek affola...” Haydi affedilecek bir şey yok da affettik diyelim. Peki bu “hikâye” çalışmasına neden İstanbul’dan konsoloslar, yabancı kültür merkezleri “katılma” gereği duymuş? Ha işte asıl mesele bu...
Sevgili Sergenç kardeşim alınmasın, Muzaffer Tunçağ da alınmasın. Bu çalışmadan benim anladığım şu: Kemeraltı’nın tarihsel yolculuğu hala anlaşılmak istenmiyor azizim? Neden acaba? Aslında biliyorum ama... Neyse!
KISA... KISA... KISA
- “Yazmayacağım” tamam da bu sessizlik beni delirtiyor. Kime sorayım bilmiyorum. Deprem çalışmalarının yeni logosu “kaplumbağa” oldu. Rivayetler bir yana enkaz kaldırma tam bir trajediye dönüştü. Hafriyat şirketleriyle şehircilik Bakanlığı ne menem bir anlaşma yaptı, bilmiyoruz. Ama başta tüm milletvekillerine bir çift sözüm var: Bayraklı deprem ahalisini yapayalnız bıraktınız ya, hepinize helal olsun!
- Herkes, hepimiz bas bas bağırıyoruz “tam kısıtlama” gelsin diye ama ne hükümet ne de kerameti kendinden menkul “Bilim Kurulu” ses veriyor! Yoğun bakımlar doldu, ölenler gizleniyor, sağlıkçılar ruhsal bunalımda. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca artık karar vermeli: Büyük Türk Milleti ölsün mü, yaşasın mı? Bu arada İzmir İl Sağlık Müdürlüğü'nde “koronadan sorumlu kim var” bilenler yazsın bana. Ona da iki çift lafım var!
- Size iki kitap tavsiye edecektim. Cuma gününe bıraktım. Sanırım her konu gibi FETÖ denen örgütün “yağan yağmurda beraber yürünen “yıllarda ülkemize, ordumuza yaptıkları ihanetleri de unuttuk! Aslında günü geldinde ise “İzmir ve Fetö” yazacağım ama vakit erken. Bülent Arınç Efendi’nin başına gelenleri görünce aklıma birden “kozmik oda” ihanetine göz yumanlar geldi. Merak ediyorum o odadan “fotokopi” ile çıkarılanlar kimler tarafından kimlere servis edildi acaba? Cuma günü okursunuz.