Bir asır önce, yıl 1922… Aylardan Eylül - kurtuluş ayı yani, günlerden 7, Perşembe akşamı. Müslümanlığa göre Cuma vakti... İzmir'e, düşmanı denize dökmeye 3 koldan ilerleyen Mustafa Kemâl Paşa'nın komutasındaki Türk orduları, bugün; Beydağ, Turgutlu, Aydın, Germencik, Kuşadası, İncirliova, İvrindi, Torbalı ve Saruhanlı'yı düşman işgalinden kurtardılar...

Halkta büyük bir coşku... Akşam dualarını yapıp, birkaç saat uyuyup; Burhaniye, Kemalpaşa, Selçuk ve Manisa'ya ilerleyecekler... Amaçları, Cuma namazını; bu düşman işgalinden kurtardıkları şehirlerde kılmak... Allah; bu şanlı orduya, bu dileği nasip edecek. Bin şükür!..

8 Eylül Cuma, öğleden sonrası... Türk Ordusu’na ait birkaç keşif uçağı; İzmir semalarında, üzerinde ay ve yıldızlı Türk bayrağı ile uçuş yaptılar. Rabbime bin şükür; nihayetinde, İzmir'in engin mavi semalarına Türk bayrağının ay yıldızı düşmüştü...

Ve sabahın ilk ışıkları, 9 Eylül 1922...

Sabuncubeli’nin, Manisa’ya bakan eteklerinde geceleyen Türk süvari birlikleri, günün ilk ışıklarıyla birlikte kente girme kararı aldılar. Ve önce bütün Bornova Ovası’nı, ardından göğün mavisini yırtarak, kulaklarda uğultular yaratan, tek bir top ateşi bütün ufku kapladı…

İzmir semalarını yırtarak kentin üzerine serpilen top sesini duyan kulaklar, merakla bakışlarını Bornova sırtlarına doğru çevirdiler. Süvariler Bornova sokaklarına girdiklerinde, üzerlerine çevrilmiş sinsi namlular ateş aldı. Küçük çatışmalar ve karşılıklı ateşlerden sonra saat 9.30’da Bornova Hükümet Konağı’na girildi ve binaya Türk bayrağı çekildi…

Türk bayrağının çekildiği aynı dakikalarda, İzmir Merkez Cami'nin minaresinden yanık ve vatan aşkıyla kavrulan heyecanlı bir ses ezan okuyordu. Artık şanlı Türk bayrağı, Bornova'dan İzmir'e doğru dalgalanıyor ve sanki İzmir ovalarını selamlıyordu...

Bir çırpıda Kordonboyu’na çıktılar...

Denizde sayısız düşman gemisi kendilerini izliyordu. Ve süvariler, üstleri başları toz toprak içinde; her birinin yağız çehreleri, Körfezin mavisine vurmuş biçimde ilerliyorlardı...

Kordon’da nal sesleri çınlıyordu...

Saat 10.20 sıralarında; Yüzbaşı Şerafettin önde, müfrezesi arkasında Konak Meydanı’na ulaştılar. Sağ tarafta Sarıkışla, sol taraflarında Hükümet Konağı yer alıyordu. Dağlardan efeler inmiş, kendilerini karşılamışlardı...

Hükümet Konağı'nın balkonunda, hâlâ Yunan bayrağı dalgalanıyordu. Kalabalık arasından koşarak biri geldi. Yanında getirdiği, elde dikilmiş bir bayrağı Şerafettin Bey’e verdi. Yaralı halde bulunan Şerafettin Bey, katlanmış bayrağı bir çırpıda yaralı göğsünün içine soktu. Hükümet Konağı’nın yan kapıları kırıldı, sonra da ön kapısı arkadan açıldı...

Şerafettin Bey, yanında iki teğmeni ile birlikte atından atladı. Koşar adım bir elinde kılıcı, ötekinde mavzeri; merdivenleri çıktı...

Bir solukta Hükümet Konağı’ndaydılar...

Yüzbaşı Şerafettin Bey; arkadaşlarının yardımıyla, gönderdeki Yunan bayrağını indirdi. Göğsüne koyduğu şanlı Türk bayrağını göğsünden çıkardı. Bir anda, kanının bayrağına bulaştığını fark etti. Kırmızı bayrağına, kanının kırmızısı karışmıştı. Ve O; o an, şunları düşünüyordu: “Kanımın bulaştığı bayrağıma, şimdi de gözyaşlarım bulaşıyor. Kanlı bayrağımı öpüyor, öpüyor, öpüyorum. Artık ölsem ne gam!"

Nasıl denmez ki ağız dolusu, nasıl söylenmez ki bu marş; yürekten dile, nasıl yol almaz?

Yaşa Mustafa Kemâl Paşa yaşa!

Adın yazılacak mücevher taşa.

Kanım feda olsun güzel vatana...”

Minnetle, saygıyla...