İzmir’in dokusunu kokusunu, tadını tuzunu, tarihini geleceğini dert edinenlerin başında Orhan Beşikçi ağabey gelir. Verdiği mücadele, harcadığı zaman ve ancak yaşadığınızda anlayabileceğiniz bin güçlük sayesinde, biz İzmir’i daha yakından tanıyoruz. “Kendini saklayan kent”, onun gibi bir avuç insan sayesinde, bize her gün bir başka sırrını açıyor.
Örneğin “sadaka taşı”nın ne olduğunu, neye yaradığını bilmezdim. Kimi sokak başlarında rastladığım o taşlar, meğer dönemin sosyal sorumluluk ve dayanışma anlayışına denk düşecek bir işleve sahipmiş. Taşların tepesindeki çukura para konulduğunu, bir başka taşla kapatıldığını, yoksul ya da muhtaçların gece yarısı el ayak çekildikten sonra, ihtiyaçları kadar olanını aldıklarını, Orhan Ağabeyin yazdıklarından ve söylediklerinden öğrendim. Buradaki “dönemin sosyal sorumluluk ve dayanışma anlayışı” belirlemesine dikkat çekmek isterim.
Bir ailenin idaresinde, din şemsiyeli mutlakıyet anlayışı ve sistem yapılanması içinde varlığını sürdürmeye çalışan ve sonunda batıp tarihe karışan bir dönemden söz ediyoruz. Böyle bir dönemin sosyal sorumluluk ve dayanışma anlayışı, yoksulluk ve yoksunlukları sistemin ürünü olarak değil, kaderin bir sonucu olarak görür. Tevekkül, merhamet, acımak, bahşetmek, ulufe, icazet, biat bu sonucun ortaya çıkardığı kavram ve anlayış biçimleridir. Bunların dışına çıkılması, sistemin sorgulanması anlamına gelir ki, elbette buna kat’a izin verilemez. Çağdaş hukuk, insan hakları, fırsat eşitliği, üretim-tüketim dengesi, gelir dağılımı gibi modern dünyanın kavram ve yaptırımlarının dile getirilmesi bile mümkün değildir. Çünkü böyle bir durum, Tanrının yeryüzü temsilciliğini de üstlenen hükümdarın, ulemanın ve yarattıkları sistemin tehdit edilmesi anlamına gelir. Sadaka Taşları, Osmanlı sisteminin ve ona egemen dünya görüşünün aksesuarıdır. Bugün onlar arkaik ve mutlak korunması gereken kültürel miraslar olup, işlevlerini savunmak ise ne söylediğini bilmeyen iyi niyet ya da ne söylediğini çok iyi bilen bir sistem tercihidir.
Bugün nasıl ki başımız sıkıştığında sefere çıkıp, yeni topraklar ve zenginlikler elde etmeye kalkışmıyorsak, devletin ve sistemin yapması ve bunun için örgütlenmesi gerekenleri de vicdanlara, merhametlere bırakmanın çağdaş dünyada karşılığı yoktur. İnsanlık, binlerce yıldır verdiği mücadele sonunda, bu tür arayışları emperyalizm, feodalizm vb olarak tanımlamıştır. Şunun şurası 300-400 yıl öncesinin dünyasından söz ediyoruz. Rönesans’la başlayıp, Fransız Devrimiyle yükselip, nihayet büyük devrimlere ve kurtuluş mücadelelerine yol açan ve kazanan “Aydınlanma”nın, nelere rağmen başarıldığını anımsatmaya çalışıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti, işte bu mücadelenin ürünlerinden biridir.
Bugün Osmanlı meraklılarının, örneğin “Sadaka bizim kültürümüzde var” sözünü doğru okumak gerekir. Bireysel ve toplumsal felaketler karşısında, ağlak ve kaderci tahlil ve taziyelerle yetinip, sistemin bunlardaki payını tartışmaya gelince sus pus olmanın, hamasete boğmanın ya da engellemeye kalkışmanın gerekçesini bilmeden, “doğru okuma” elbette yapılamaz. Yaşadığımız her olumsuzlukta, sistemin ve yürütücülerinin sorumluluklarını unutup-unutturup, işi kadere, düşmanlara, iyi saatte olsunlara, yoldan çıkmaya bağlamak, bu anlayışın tipik refleksleri ve propaganda malzemesine dönüştürüp, kendini aklama çabasıdır.
Yıllardır “Aynı dili kullanmanız, aynı şeylerden söz ettiğiniz anlamına gelmez” derken, işte bunlardan söz ediyoruz. Bir türlü bu algıya kavuşamadığımız içindir ki, derdimizi anlatamıyor, meramımızı paylaşamıyor, kitleleri seçeneksiz bırakıp, sistemin kendini doğallaştırmasına ve her olumsuzluktan pırıl pırıl çıkmasına göz yumuyoruz. Bu nedenledir ki, örneğin “askıda ekmek” sosyal sorumluluk göstergesine dönüşüyor, ama ona neden muhtaç kalındığını sorgulamıyor ve anlatamıyoruz. “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir” idealinden, “askıda hayat” çaresizliğine yuvarlanmaya itiraz, biraz da bunları anımsamaktan ve cesaretle dillendirmekten geçiyor. Bunu görmek bu kadar mı zor?