Giderek bir akıl hastanesine dönüşen ve acilen fabrika ayarlarına dönüp, akıl, bilim, hukuk, etik ve demokrasi açısından varoluşunu anımsayıp, çağdaş rotasına yönlendirmezse “yarın çok geç olacak!” sözünü kanıtlayacak olan bir ülkemiz var. Böyle bir tümceyi yazdıran acıyı ve hüznü anlatacak söz ise yok. Yine bir tıp insanı ve yine bir hukuk insanı katledildi. Bu cinayetlerin ardından RTÜK tarafından basına yayın yasağı konulurken, bir yandan da ülke matbuatını daha da kötürümleştirecek olanmuğlak ve ucu açık tabirlerle, yeni sulandırma ve istikrarsızlaştırma adımları atılıyor. Cinayetlerin ve hayatın her alanında pervasızca sürdürülen bu girişimlerin kıyasıya sürmesi, giderek vaka-i adiyeden sayılması ve necip ahalimizce “normal, makul, müspet” sayılması, korkarım ki başlangıçtaki benzetmeyi haklı çıkaracaktır. Dahası “yarın artık bugündür, hangi geç kalmaktan söz ediyorsun?” sorularına karşı, iki elimizi böğrümüzde bırakacaktır. Bunları karamsarlık, çaresizlik ve teslimiyet adına değil ama fotoğrafa korkmadan bakmanın ve davranmanın gereği olarak yazıyorum.
Hedef tahtasında neden ve özellikle basın, hukuk ve tıp var? Pervasız saldırıların temelinde yatan ne? Bu katilleri tıp, hukuk, basın emekçilerine saldırtan duygu ne? Yalnızca bir yakınını yitirmenin derin acısı, bir davadan haklı ya da aklanarak çıkmamanın çöküntüsü, insanın elini tabancaya, bıçağa, baltaya bu kadar kolaylıkla erdirip, “katil” damgasını yemeye ikna edebilir mi? Akla neden ve önce kin, şiddet ve öç alma duygusu geliyor? Doğrusu özellikle ruh ve sinir hastalıkları uzmanlarının, bu suçlardan dolayı hapse atılmış tiplerle konuşmasını ve geçen zaman içinde cinayetlerini nasıl değerlendirdiklerini irdeleyip, toplumbilimden de yararlanarak paylaşmalarını isterdim. Sorun herhalde yalnızca bireysel reflekslerden değil, toplumsal genlerin birikiminden, bu birikimin bireylerin payına düşürdüğü algı-yorum-davranış diyalektiğinden kaynaklanıyor ve en çok da bu sefaletten rant devşirenlerin işine yarıyor.
Biz bu diyalektiği, bilimin, felsefenin, teknolojinin ve bunların toplumsal yapıdaki birikimlerinden ve ilerleme basamaklarından yoksun olarak oluşturduk. Bunu “oryantalist saçmalıkların” gölgesine sığınarak, çıktığı yumurtayı beğenmeyen tiplere özenerek yazmıyorum. Tam tersi tarih sahnesinde göründüğümüz ilk günden bugüne biriktirdiğimiz değerleri, insanlığın büyük yürüyüşüne ortak kılamamış, eklenememiş, senteze ulaştırıp yoldaş kılamamış olmamızın kederiyle yazıyorum. Basından örnek verelim. Bu toprakların esas “sahibi” olarak şişirilen ve yalnızca bununla yetinmesi beklenen bizlerin, örneğin ilk sayısı 1 Kasım 1831’de yayınlanan “Türkçe” gazetemiz Takvim-i Vekayi’ye, Bremen’de 1609’da basılan ilk gazete olan Avis Relations Oder Zeitung’dan tam 222 yıl sonra ulaşabildiğimizi düşünememektir bu nedeni. Doğrudur, bu topraklarda önceleri de matbaa kullanılıyordu. 1493 ya da 1503’te Yahudilerimiz, 1567’de Ermenilerimiz, 1627’de Rumlarımız ilk matbaalarını çalıştırmaya başladılar ve 1440’ta matbaayı insanlığa armağan eden Gutenberg’e eklendiler. Namık Kemal ve kuşağına kadar “vatan”, “yurtseverlik” kavramlarını ve hatta “Türk” adını kayıtlarda layığınca göremeyen “sahipler” ise matbaayı, İbrahim Müteferrika’nın her şeyi göze alan yiğitliği sayesinde 1727’de kullanmaya başladılar. Sorun, “sahiplerden” önce kullananları ve bu toprakların insanları olanları ötekileştirmekten, gâvur görmekten, dahası “biz” olarak değerlendirememekten kaynaklanıyor olmasın? Şişirilmiş aidiyetlerin ve kof böbürlenmelerin, akıldan, bilimden, öngörüden yoksun olma nedeniyle çöküp gitmesinin adı, sakın “geri kalmışlık” olmasın? “Geri kalmışlık” yalnızca ekonomik bir bela değildir. Geri kalmışlığın en beter ve çürütücü olanı, toplumu oluşturan bireylerin, bırakın bunları talep etmeyi, aklına bile getirememesidir… Konuyu ısrarla sürdüreceğim. Memleketin ahvali ve Cumhuriyet’in 100. Yılına ulaşmanın anlamı ve önemi, tam da bunları yazmayı gerektiriyor. Birer birer katledilen değerlerimiz ve bu ülkenin gelecek kuşakları gözümüze bakıyor. Hiç olmazsa gözlerine bakacak yüzümüz olsun. Ekâbir tayfası kusura bakmasın, “Körfezdeki dalgın suya bakıp” şairane düş kurmanın, nostaljik ağlaşmaların ya da saçma sapan hamasetle yiğitlik taslayıp gün geçirmenin, ne yeri ne de zamanıdır!