Yazmayı düzenli bir iş ve yaşam biçimine dönüştürmüşseniz, dün ile yarın arasında bir “mesele” ile baş başa kalmışsanız, işiniz kolaydır, yazacak çok şey var. İşiniz zordur, hangisini yazacaksınız? Ama tekrara düşmeden, kırk yıldır aynı cümle kalıplarıyla köşe işgali ve harf sarfiyatı yapmadan, samimiyeti ve dürüstlüğü yitirmeden, bildiğini inandığın gibi yazmayı unutmayıp, konjonktür hesaplarına kapılmadan, savrulmadan vesaire vesaire…
Bu tuzaklara düşmemenin bir yolu da, fırsat buldukça geçmiş yazıları okumaktır. Ne zaman böyle bir seyahate çıkıp geride bıraktığım yüzlerce yazıyı okumaya niyetlensem, masadan “Son 13-14 yıldır aynı şeyleri, farklı olaylar, kişiler ve gelişmeler özelinde yinelemişim” diyerek kalkıyorum. Bu durum insanı hüzünlendiriyor. Hayır, bir yazarın işiyle ilgili kişisel bir hüznünden çok, bir ülkenin fotoğrafıdır söz konusu olan.
“Hiçbir şey öğrenmeyen, ama asla unutmayan” bir zihniyetin, dursa düşeceğini bilen yürütücülerinin, ne pahasına olursa olsun vazgeçmemeyi iyi öğrenmişlerin, amaca ulaşmak için her yolu mübah görenlerin ortaya çıkardığı bir fotoğraftan söz ediyorum.
“Aynı dili konuşmanız, aynı şeylerden söz ettiğiniz anlamına gelmez” diye, niye habire yineleyip durduk? Dünya görüşünde, zihniyetinde, “dava”sında, demokrasinin “d”sine bile tahammül edemeyenlerin, taşıdığı değerlerin birine bile inanmayanların yapıp ettiklerine, hala ve yalnızca “demokrasiye çağrı” saflığıyla karşı konulamayacağını anımsatmak içindi.
“Bu zihniyeti teşhir edip, kendi dünya görüşünüzle yürüme cesareti ve kararlılığı gösterememeniz, her gün bir adım daha atmalarından başka işe yaramaz” demenin bir anlamı ve somut nedenleri vardı.
“Gündelik sözlere söz yetiştirdiğinizi, yarattıkları gündemin sınırları içinde tavır gösterdiğinizi sanmak, büyük aymazlıktır” diye yazıp durduk. Bu toz dumana kapılıp giderken, geride nelerin yapıldığını görememenin, anlatamamanın, toplumsal bir tavır biriktirememenin sonuçlarıdır yaşadığımız. Bugün her alanda, yalnızca fabrika ayarlarına dönmek ve yitirilen değerleri yerine koymak için bile onlarca yıla ihtiyaç varsa, bu aymazlığın tartışılamaz payını da düşünmemiz ve artık demokrasiyi önce içimizde yaşayarak davranmamız gerekmektedir. Yarattığı coşku ve beklentiyi bile iki günde çarçur eden ve umut besleyenleri iki büklüm bırakan tepki ve eylemler, niye böyle sonuçlanıyor, düşünmeliyiz. Toplumsal ark yaratıp, enerji boşaltmanın ötesini arayıp bulmak zorundayız…Evirip çevirip bunları yazmayıp da, ne yazacağız?
“Kimse bunların sorumluluğundan ve yükünden, yalnızca bir partiyi ve kişileri suçlayarak kurtulamaz. Sendikasından kendine sivil ya da demokratik kitle örgütü diyenlere, konuştuğunda mangalda kül bırakmayanlardan tribünden izlemekle yetinenlere, sanatçısından gazetecisine, hepimiz bu geminin sürüklenmesinden sorumluyuz” deyip durmak boşuna mıydı?
Haftanın ilk günü içinizi sıkmak istemem. Ama neyleyeyim ki, bireysel ve toplumsal aynaya baktığımda, ben bunları görüyorum.
Örneğin, aynı dünya görüşünün fraksiyonları arasındaki rant ve ikbal kapışmasını, demokrasinin tecellisi olarak görmek ve bu uğurda verilen bir mücadele sanmak, o dünya görüşü hakkında hiçbir şey bilinmediğinin itirafıdır. Yarattıkları gündem ve algı fırtınası içinde savrulurken, “Bunların ağızlarından neden bir kerecik olsun demokrasi, laiklik, çağdaşlık, bilim çıkmıyor?” diye soramamak ne hazindir.
Diyeceğim, bir yazarın aynı şeyleri yazıp durması tuhaftır, en fazla “Teşekkür ederiz, ama buraya kadar” deyip, onu hayatla baş başa bırakırsınız. Ama bir ülkenin aynı şeyleri defalarca yaşamasına ve sayısız bedel ödemesine rağmen, hala “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” sözünü her gün yeniden kanıtlaması, tuhafın ötesinde acınası bir durumdur.
Yaşamak dert, yazmak sıkıntı veriyor. Ama yalnızca izlemek, arabesk sızlanmalarla gün geçirip temelsiz sloganlarla yetinmek, işte asıl sorun bu. Gerçek o kadar net ki, kimse görmüyor. 94 yıl boşuna mı yaşandı? Kalbimiz sorarsa, beynimiz yanıtını bulacaktır. “Vicdan” ve “akıl” desem, daha mı iyi anlaşılırdı?