Kentlerin kimlik ve kişiliğini belirleme ve saptama kadar, onları geleceğe taşıyanların
başında gazete ve dergiler gelir. Toplumsal yaşama tanıklık etmek, bunlardan bilgi-belge
üretmek, nihayet sonraki kuşaklara yön vermek konusunda paha biçilmez değerlere sahiptir.
Bugün biz İzmir’in geçmişini onlardan öğreniyor, bugünü onların katkısıyla irdeleyip,
geleceğe dair tasarımlarda ve öngörülerde bulunuyoruz. Bunun için yolumuzu örneğin Milli
Kütüphaneye, Kent Arşivine ve öteki kitaplıklara düşürmek gerekir. Bu bağlamda pek çok
araştırma ve ortaya çıkmış yapıt vardır, ilgimizi ve okumamızı beklemektedir. Haydi bir kere
daha anımsatalım, üniversiteler ve yerel yönetimler başta olmak üzere, bunların algılanması,
paylaşılması ve yenilerinin üretilmesi adına, kamuya mal etmenin yollarının bulunması
gerekir. Bir kent belleğini, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen ve her türlü takdiri hak eden
araştırmacının, özverili çırpınışlarına bırakamaz. Cafcaflı, pahalı, özel ambalajlar içinde
daracık ve protokolden mürekkep bir çevrede dolaşıma sokulup, kapağı bile açılmadan bir
mobilyaya dönüştürülerek raflara mahkûm edilen “çalışmalar” ise bambaşka bir konudur.
Yani irdelemeye kalkıştığımız konu, neresinden dokunsan bin ah işitilecek durumdadır.
Ondan sonra “kent kültürü”, “kente dair algı ve aidiyet”, “kentlilik bilinci” diye iri sözler ile
tumturaklı ahkâm kesmelere kalkışmıyor muyuz, ister gül ister ağla!

Kültür ve sanat yayıncılığı bu çabaların içinde özel bir yere sahiptir ve asıl konumuz
budur. Gazete ve dergicilik üstüne yaptığımız genellemeler, bu alanda da aynı manzarayı
sergilemektedir. Her biri büyük coşku ve beklentilerle hayata merhaba deyip, iki üç sayı sonra
sönüp giden kültür ve sanat dergiciliği geçmişimiz, devasa bir kâğıt mezarlığıdır. Bugün “ana
akım” kültür-sanat dergiciliği, örneğin Varlık ve bir zamanların Milliyet Sanat duruşundan,
bugünkü vahamete yuvarlanmıştır. Edip Cansever’in şiirinden sonra ev dekorasyonunda avize
trendleri başlıklı bir yazıya, Tezer Özlü üstüne bir araştırmanın hemen ardından sosyeteden
parti fotoğraflarına ya da kuş üzümlü pilav tarifine geçiveren bu anlayış, elbette bir iflasın ve
kültür ve sanat algısındaki sefaletin ilanıdır. Böyle bir ortamda, alternatifler sunacak, yeni
arayışlara kapı açacak, tartışma ve hatta polemik ortamı yaratıp, kültür ve sanat ortamını diri
tutacak bir “dergi çevresi” kavramından söz etmek anlamsız bir iyi niyetten, kendini
kandırmaktan başka bir şey olamaz.

İzmir bu bağlamdaki vahim eksikliğini, örneğin yakın tarihin Dönemeç, Ünlem ve
nice deneyimi anımsayarak aşabilir. İlk yazılarını buralarda paylaşmış, kimilerinin yayın
kurullarında yer almış biri olarak söylemeliyim ki, bu girişim ve deneyimlerin şimdi dost
buluşmalarında bir “rüya” olarak anımsanıp öteye geçilememesinin hüznü içindeyim.
“Kıyıdili” işte bu ahval ve şerait içinde, yeniden hayata, kente, kültür ve sanata
merhaba diyor. Bu merhabanın, hangi maddi ve manevi kasırgalara rağmen dillendirildiğini
en iyi bilenler, yayıncılık denen o derdi yaşayanlardır. Veysel Gültaş ve E. Bülent
Yardımcı’nın öncülüğü ve çağrısıyla dirilen, “düşünce ve davranış birbirinden ayrılamaz”
saptamasını şiar edinen Kıyıdili, 2019’da Bekir Yıldız anısına “Kıyıdili Edebiyat Emek
Ödülü” düzenleyerek öykücülere bir kapı açmış durumda. Koşullarını dergiden öğrenirken,
içindeki ürünlerden de “Kıyıdili”nin sanata, hayata, insana ve yeryüzüne bakışını
gözlemleyebilirsiniz.

Kadrosunda yer almaktan onur duyduğum “Kıyıdili”ni elime aldığımda, babaannemin
sözünü anımsadım: “Sen hot, ben hot, peki bu ata kim verecek ot?

Saptamalardan, yakınmalardan, sığlık ve ruhsuzluk iklimine alternatifsiz itirazlardan
sıkıldıysanız, “Kıyıdili” duruş, eylem ve üretim tazelenmesi adına “Buradayız” diyor.
Çölleşmeye direnen ve üreten bütün emekler, saygıya ve desteğe layıktır. Çabalarınızı
paylaşın, duyurmak bize onur ve mutluluk verecektir. “Kıyıdili”ne ve okurlarına selam olsun!