Bu şairi çoğumuz tanımıyorduk. Belki herhangi bir edebiyat sohbetinde adını duymuştuk birkaç kere. Ama bir kitabı yoktu. Ailesiyle birlikte geçim tankının paletleri altında ezilirken, liseden ayrılmak zorunda kalmıştı. Gecekondularda işsizlik ve yoksulluk şemsiyesi altında düşüp kalkan hayatını, sessiz sedasız sadece güzel şiirleriyle taçlandırıyordu. 1970'li yılların başlarında Soyut, Yordam ve Dost dergilerinde şiirleri yayımlamıştı.
Şiir O’nun kurtuluş adasıydı. Uşak’ta 1948 yılında doğmuştu. Ama ömrünün büyük bölümü İzmir Gürçeşme’de geçmişti. Ender Sarıyatı’nın hep hüzünle çevçevelenmiş hayatı ne yazık ki 28 yaşındayken İzmir’de sonlanmıştı. Kısacık şiir serüveni, eğer yaşasaydı Ender Sarıyatı’nın büyük şairler arasında yerini alabileceğini bize göstermiştir. Şiirinin başkenti olan Güzel İzmir’den, bize armağan olarak hafızamızda mühürlenen şiirler bırakmıştır Sarıyatı…
AHMET GÜNBAŞ’A
BÜYÜK TEŞEKKÜR
İzmir ve edebiyat dünyamız Ender Sarıyatı adlı bu hüznün şövalyesi şairin yaşamını ve şiirlerini gün ışığına çıkardığı için, Değerli Şairimiz Ahmet Günbaş’a büyük bir şükran borçludur. Ender Sarıyatı öldüğünde ardında sadece kitaplaşmamış bir kitap dolusu şiir bırakmıştı. Eğer şairin yaşarken dostu olan Şair Ahmet Günbaş olmasaydı, Ender Sarıyatı’nın adı ve şiirleri zamanın acımasız döngüsünde rahatlıkla kaybolabilirdi. İyi ki Ahmet Günbaş şairin şiirlerini derleyerek, geçtiğimiz yıllarda “Ölüme Direnen Şiirler” adıyla kitaplaştırdı.
Bizler de böylece "kalabalıktan coşkuyla içime/koşarak bir kadın geliyor/ağzında türküdür yaşamak/kuyudan çıkarıyor/gökyüzünü ıslak" diyerek hepimize lirik bir dille seslenen O’nun şiirlerini tanıyabildik. İyi ki varsın AHMET GÜNBAŞ…
Ahmet Günbaş’ın aktardığı bilgilere göre, bir akşamüstü, yine kendini İzmir caddelerine vurmak için paltosunu giymeye çalışırken, kısa bir çığlığın ardından yere yığıldığını söylemişti annesi Hatice Sarıyatı!.. “Bir bomba gibi patlıyorum şehre" diye seslenmişti bir dizesinde Ender Sarıyatı. Evet yoksulluğa, işsizliğe, hayatın ağır yüklerine sürekli direnirken yorulan şiir yüreği, yukardaki dizesindeki gibi bir bomba misali patlayarak durmuştu Sarıyatı’nın. Doğal olarak Ender Sarıyatı’nın buruk hayatı çok hüzünlendiriyor hepimizi. 28 yıllık yaşamına sığdırdığı soylu şiirlerini çok önemsiyorum bu nedenle. Sarıyatı’nın Babası bir demiryolu işçisiydi. Çocuk yaşta ailesiyle İzmir’in gecekondu mahallesi Gürçeşme’ye göçmüşlerdi. Çok kısa süren hayatında ailesine destek olabilmek için zorunlu olarak liseyi terk etmiş, işsizlikle-yoksullukla arasında salınan bir sarkacı hep izleyerek, işportacılıktan mevsimlik tarım işçiliğine kadar her işi yapmış, hep mücadele etmiş, bazen de alkolün dingin duraklarında hayata ara vermiş, sadece şiirleriyle soluklanabilmişti. Ayrılmak zorunda kaldığı, oğlunun annesi eski eşi yeni bir evliliğin eşiğindeyken 15 şubat 1976 tarihinde henüz 28 yaşındayken hayata veda etmişti. Hazin bir hayat hikayesi vardı gerçekten. Bu hazin hikaye nedense kendisinin ölümünden yıllar sonra da bir trajedi zinciri gibi devam etmişti. Çok sevdiği oğlu Adnan Peker Sarıyatı, şairin hazin hikayesinin devamını simgelemişti. Adnan Peker Sarıyatı, 17 Ağustos 1999 depreminde eşi ve babasının adını taşıyan şairin torunu küçük Ender, Düzce’de enkaz altında kalarak hayata birlikte veda etmişlerdi.
Ahmet Günbaş “Ender Zamanı” adlı yazısında anlatırken Ender Sarıyatı’yı, şunu vurgulamıştı; “Şiiri iyi direnmişti geçen sürede… Üstelik yaşamın acı yoksulluğuna karşın empatiden başka sermayesi olmayan dipsiz kuyuyu o büyük yalnızlıkta!..”
DİPSİZ BİR KUYUDA YAŞADI
Gerçekten de o dipsiz kuyuda; “Ölüme Direnen Şiirler” adıyla yayımlanan kitaptaki şiirleri okuduğunuzda, hayatın somut acıları ile çarpışan bir insanın yalnızlığını buluyorsunuz.
Ama bu yalnızlık her şeye karşın, yaşama sevinciden kopmayan umutlu bir yalnızlık.
Ender Sarıyatı’nın şiirlerini okudukça, insanın ruhuna buruk bir duygu seli oturuyor sanki. Şairin dizelerinde genç yaşındaki şiirsel derinliğini görüyorsunuz hemen… Ne yazık ki kimsesizliğin sanki öksüzlükle bezenmiş denizlerinde. Örneğin aşağıdaki şiirinde olduğu gibi:
“aşk, eski bir şiir oluyor bende
geçerken yaşayamadığım o hayatın kıyısından
baktıkça daha da artıyor kimsesizliğim
…
gittikçe dönüyorum bir deniz kıyısından
her şey gizlilik suya baktıkça
sen biraz gizliliksin baktıkça tenha yerlerine
beni kandıran tanrıya benziyorsun
tenha bir durağa kırmızı bir elmaya
saat üçlere ve her şey sana benziyor
her şeye baktıkça”
“Edebiyatçının yaşarken değeri nerden anlaşılıyor; dergiler, zamanında bir adama değer vermedilerse değeri yok…” demiş bir zamanlar Şair Ali Rıza Ertan… Bu hüzünlendiren cümleyi 1976 yılında Ender Sarıyatı’nın basılamamış kitabı için yazdığı bir yazısında kullanmış Ali Rıza Ertan. Yine şairin yakın dostu Sevgili Hüseyin Peker’in, kendisi hakkında yazdıkları da çok değerli; şairin duygu dünyasını iyi aktarıyor hepimize:
“Ender, salt yürekten yaratılmış, hüzün ve duygu dolu bir kişiydi. Hiçbir kalıba kendini sığdırmamış, başkaldırmış bir hayatı yaşardı. Öleceğini bile bile, her türlü kurumla dik ve karşı duran bir yapıyı kurdu kendinde.”
(İşin İçine Anılar Karıştı, Hüseyin Peker)
Değerli şairimiz şimdi sonsuzluktaki Ülkü Tamer de Ender Sarıyatı’nın kitabı yayımlandığında aşağıdaki cümlesiyle değerlendiriyor O’nu:
“Neredeyse bütün şiirlerin dokusunda umutsuzluk geziniyor, ‘militan’ yapıtların temelinde bulunması gereken umut bile Sarıyatı’nın bu tür şiirlerinde hüzünle, karamsarlıkla örtülü. Ama bu, onun yapıtına sonradan kondurulmuş bir ‘arabesk’ öge niteliği taşımıyor, kendi yaşamın içinden fışkırdığı için yerini bulmuş.”
(Gencölen’ Bir Şairin Kitabı, Ülkü Tamer)
“ŞİİRİNİN BAŞKENTİ İZMİR’Dİ”
Ender Sarıyatı’yı ve şiirlerini, sanki hayata yeniden döndüren ve O’nu bize vefalı tutumuyla derinlemesine tanıtan Usta Şair Ahmet Günbaş da, çok güzel hatırlatır Sarıyatı’yı:
“Yakın zamanda Ölüme Direnen Şiirler⃰ adıyla Türk şiirine kazandırdığım erken ölümlü şair Ender Sarıyatı (1948-1976), her fırsatta yaşam gerçekliğiyle didişen bir tutum içindedir.
Bu yüzden gezindiği coğrafyayı belirlemekte pek güçlük çekmeyiz. Dahası yeri geldikçe yansıtmayı amaçladığım mektuplar da koordinatlarını belirlememize yardımcı olur. Örneğin, Samsun'daki acemi erliği sırasında Ahmet Bahçevan’a yazdığı 9 Temmuz 1969 tarihli mektubundan (s:134), Turgut Uyar, Cemal Süreya, Metin Eloğlu, Attilâ İlhan, Haluk Aker gibi farklı şairleri ıskalamayan bir okuma çabası içinde olduğunu anlarız.
Doğaldır ki Nâzım Hikmet’le başlayan toplumsal gerçekçilik eğilimine, adını anmasa da Halkın Dostları dergisinde göze çarpan kadronun etkisi büyüktür. Özellikle yüksek sesi ve uzun soluğuyla Nihat Behram ile çarpıcı imgelerden oluşan agresif söyleyişiyle İsmet Özel’den aldıklarını bileşimine katmış olmalıdır. Koro sesli toplumsallığı üsteleyen benzerlik arasından bireyselliğiyle öne çıkan bir şairdir Sarıyatı. İkinci Yeni’yle ilişkisinin bunda payı olsa gerektir. Ters bağdaştırmalardan, şiirsel boşluklardan çekinmez. Anlatı-imge dengesindeki başarısıyla göze çarpar.”
Ahmet Günbaş Ustamızın değerlendirmesinde vurguladığı gibi, “Sarıyatı şiirinin coğrafyasının başkenti İzmir’dir”. Bu nedenle İzmir Ender Sarıyatı’yı asla unutmamalıdır. Hüznün yürekli bir şövalyesi sayılabilecek Şair Ender Sarıyatı’nın şiirini ve yaşamını, sevgi ve saygıyla yeniden selamlarken, iki şiirini daha paylaşıyorum:
BİRAZ DA YAŞAMAK KORKUSU
sevgiyi ve baharı sil hançerden
çok şeyler anlatır, denizler
balıklar ve her gün
ölü bir güzün
karnaval diye katıldığı cami avluları
sebil ve kuşlarla dolmaktadır
kız usulca açar bacağını
her kızın bacağı biraz antalya
kızlar
cumhuriyetten yakınmaktadır
paralı varşovalı iyi giyimli insanlar
dirilir yüreklerinde derin acılarıyla
yüreklerinde cumhuriyet biraz da
yaşamak ve aldatılmak korkusu
ne yapsak ne etsek biz biraz da buyuz
geceyi ağartan dağ erikleri
eski saz, çakal ulumaları, yalnızlık
güle benzer mezarlıklar
uzun uzun seyreder gibi körfezi
gök yere değerken izmir
kemeraltı...
hüzünden birer heykel gibi insanlar
sonra manisa sonra kubilay
kasım boynuma atkı ve
sessiz körfeziyle izmir
duyulmaz ezilişleriyle insanlardan
birer resmi geçit gibi
sabah buğuludur
radyo ve
vücudumu vida gibi delen neyzen tevfik
neler anlatamaz bu sabah
bir bardak çay fabrika bacaları
acı ve hasret
kasımda hep büyüttüğüm izmir
sabahları her gül biraz umut
ve sevgilim
ve dostum
günlerce düşündürür ölümü
çünkü yabancı sular denizlerimize
karışmaktadır ve her insan
biraz kaybetmek, biraz da yaşamak korkusudur.
İNCE BİR SIZIYLA UYANIYORUM
Gidelim.
bizi çağıran gündüze
dağları, denizleri,
ve bir heybeyi ceket yaparak,
Gidelim.
O anamdı, ip eğirmesini bilirdi.
bir merakı yenemeyerek, sinemalarda
geçen güz öldü.
sırtında,
Pirinçlerin ve pancarların suladığı bir kol
Neler düşündürdü bunca yıl
bir ezikliği alıp içimden
neler düşündürdü
Kılıfından çıkan bir geceyi susturan
ferman.
artık büyüdüm.
işte geçiyorum,
tütün mağazalarının açtığı devirden
elimde iş bulma ilanları
Üzümcüler,
Yemişçiler.
Fabrikatörlerden dev bir soluğu yırtarak
geçiyorum.
yıllarca penceremi örten o büyük karları.
işte geçiyorum,
yüreğimdeki korkuyu yırtarak
elimde ahlat ve ardıçlardan bir silah
yüksek bir tepeden doyarak
elimde sigaram,
Bir gün keyifle çekeceğim,
ölümün çizdiği gül resimlerinden
gövdem.
Bunca yılın çakısıyla vurduğu
Göz yaşlarımdan bir ırmağı,
akıtarak avuçlarıma
ağladığımı, ama niçin
kimse sormadı...
sevincim defnedilmesi güç bir ölü
işte geçiyorum
korkuyu bir ter yaparak avuçlarıma
dağları ve denizleri
göğü dolduran sesimle
varım.
yüreğimde ince bir sızı
ölüm sancılı anam
Sevinçten bir tülbentle sarıyor yaramı
VARIM......