Büyük travmalar hayatta bazen büyük sanatçıların çıkmasına neden olur. Bunun dünyada örneği çoktur. Büyük sanatçıların hayatlarının temelini kazdığınızda, çocukluklarına baktığınızda, köklerinde onları hayatın çoşkunluğuna, deliliğine, sanatın yüceliğine kışkırtan birbirinden farklı nedenler, travmalar, insanın kalbini acıtan acılar görürsünüz
Onlar sanatın iyileştiren gücüne sığınmışlardır. Bazı anlar o insanlarda dönüm noktası olur. İşte bir örnek: İhtimalen yıl 1872 olmalıdır… Yer: Dönemin Bodrum çarşısı… Çocukluk masumiyetinin zirvesinde olan, yedi yaşındaki bir oğlan ‘şimdi görsek hepimizi derinden sarsacak bir manzaraya’ tanık olur. İlk bakışta gerçeküstü gibi görünen bu manzarada, aslında Muğlalı Kel Mülâzım Ağa Müfrezesi’nin yakaladığı bir grup eşkıyanın başları kesilmiş, sırıkların ucuna asılmıştır. Kesik başlar halka gösterilmektedir. Kanlar içindeki kafalardan fışkıran portlamış gözler, o anda sanki yedi yaşındaki oğlan çocuğunun gözlerine bakmaktadır. İşte o çocuk bu travmanın etkisini ömrü boyunca yaşayacaktır. Ama travmanın bedeli, olağanüstü fırtınalı durgunluk anları eşliğinde ilkini 1893’te yaşayacağı ağır sara nöbetleri hâlinde ödenecektir.
Çocuğu sanata kışkırtan ikinci dönüm noktası ise bambaşkadır. Yine aynı yıl Bodrum’un Tepecik Kahvehanesi’nde tanık olduğu, ilerleyen yıllarda kendisiyle yapılan bir röportajda da ifade edeceği, onu hiçlik alemine sürükleyecek büyüleyici bir andır: “Henüz 7 yaşındaydım. Ben babamın dizinin dibinde çocuk ruhumun olanca kudretiyle dikkat kesilmiş, bu düdüğü dinliyordum. Dinledikçe de allahü âlem bir daha aslıma rücû etmemek üzere kendimden geçmiştim. O gece Ege Denizi’nin cavidani dekoru içinde benliğimi saran o lahuti sestir ki beni bugünkü derbeder, ne aradığını, ne istediği bilinmez, bazen eflatun kadar akıllı, çok kere de tımarhaneye iltica edecek kadar bedmest Neyzen Tevfik yaptı.”
AKIL HASTANESİNDE ODA
İşte o büyük Tevfik’i, neyzen yapan hayatının dönüm noktaları bunlardır. O neyzen ki yeri gelmiş akıl hastanesinde ve hayatta bir deli, ülkenin bütün meyhanelerinde tonlarca rakı deviren bir veli, mezhebinde İzmir ve İstanbul’da bir Bektaşi, dergahta İzmir Mevlevihanesi’nde bir Mevlevi olmuştur. Abdülhamit’e neyinin sesi, hicivlerinin gücüyle direnmiş, iktidarlar ile arası hep açık olmuş, sadece Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e selam durmuştur. O Atatürk ile sofrada rakısını paylaşmış; İzmir ve İstanbul sokaklarına serseri çığlıklarını emanet etmiş, Şair Eşref’ten hiciv ilhamı almış, hanlarda yaşamış, tımarhanede oda sahibi bir mülksüz, yok olmadan var olunmayacağını bilen mistik bir anarşist, hiçlik makamında hiçliği hissederek içine sindirmiş kocaman bir Neyzen Tevfik’tir…
Bizi bu büyük adamla ilgili üç beş satır yazabilme cesaretini hissettiren ise bu yazı dizisinin İzmir ve Neyzen ile olan ilgisidir. Değerli Ömer Faruk Huyugüzel hocamıza ve farklı kaynaklara dayanarak önce Neyzen Tevfik’in hayatını özetleyelim.
İLK NEY DERSLERİ
Neyzen Tevfik 24 Mart 1879’da Bodrum’da doğdu. Hayatının belli bir dönemi hakkında en doğru bilgiler 1917’de yazdığı “Tercüme-i Hâlim” adlı şiirinden yansır. Dedesi Samsun Bafra’da Câmi-i Kebîr imamı Kolaylıoğulları’ndan Mustafa Efendi, babası İstanbul Dârülmuallimîn-i Âliye’nin ilk mezunlarından Bodrum Rüşdiye Mektebi kurucu öğretmeni Hâfız Hasan Fehmi Efendi, annesi Bolu’nun Müstahkimler nahiyesinde Hatipoğulları sülâlesinden Emine Hanım’dır. Rüşdiyeyi Bodrum’da okudu. Babasının tayini üzerine Urla’ya göç ettiler (1892). Ömür boyu kurtulamayacağı sara nöbetleri Urla’da başladı. Kâzım Efendi’den ilk ney derslerini Urla’da aldı. İzmir İdâdîsi’ne yatılı girdi, ancak hastalığı yüzünden okulu bırakmak zorunda kaldı. Kâzım Efendi’nin tavsiyesi üzerine İzmir Mevlevîhânesi’ne devam etmeye başladı. Şeyh Nûreddin Dede’nin kardeşi Cemal Bey’den ney dersi aldı. (1894). İzmir Mevlevîhânesi’nin müdavimleri arasında Şair Eşref, Tokadîzâde Şekib Bey, Tevfik Nevzad, Abdülhalim Memduh, Bıçakçızâde Hakkı gibi çoğu sürgün dolayısıyla İzmir’de bulunan edebiyat ve mûsiki dünyasının sanatkârlarıyla tanıştı. Şair Eşref’ten özellikle hiciv alanında çok etkilendi. Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri aldı. Neydeki ustalığı yayıldıkça, yemekli toplantılarda yoğun bir şekilde içmeye başladı. Muktebes dergisinin 12 Mayıs 1898 tarihli sayısında ilk şiiri yayımlandı. Neyzen Tevfik’in hayatında, kişiliğinin gelişiminde, İzmir’in çok etkin bir rolü oldu. ‘İzmir’de Tasavvuf Kültürü’ adlı çok değerli bir kitap kaleme alan Tasavvuf alanında uzman Prof. Dr. Mehmet Demirci, 1850 senelerinde açılan İzmir Mevlevîhânesi’nin 75 senelik ömrünü anlatırken, Neyzen Tevfik’in bu mekandaki günlerine de değinir. (Demirci’nin verdiği bilgiye göre, ne yazık ki bugün İzmir Mevlevîhânesi’nden kalan tek hatıra, Agora’nın yukarı tarafında, 806. sokak ‘Patlıcanlı Yokuşu’ ile 803. sokağın kesiştiği yerin köşesinde yer alan arsadır.) Demirci’nin kitabından yansıyan bilgilerde, İzmir Mevlevîhânesi’nin döneminde İzmir’de kültür hayatının şekillenmesinde çok etkin bir yeri olduğunu da anlarız.
TAKİBAT YALNIZLIĞI
Neyzen Tevfik 1898’de İstanbul’a gitti ve Fethiye Medresesi’ne girdi. Tanıştığı Mehmed Âkif’ten (Ersoy) Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri aldı, o da Âkif’e ney dersleri verdi. Kendi ifadesine göre her bakımdan hocası ve mürşidi olan Mehmed Âkif aracılığıyla Hersekli Ârif Hikmet, İbnülemin Mahmud Kemal, şair Halil Edib gibi şahısların sohbetlerine katıldı. Zamanının mûsiki üstatlarından Kanûnî Hacı Ârif Bey, Tanbûrî Cemil, Kemençeci Vasil ve Ûdî Nevres’le tanışma fırsatı buldu. Bu arada Yenikapı ve Galata mevlevîhânelerine gidip medresenin katı atmosferinden kurtulmaya çalıştı. Bir süre Fatih’te Şekerci Hanı’nda tuttuğu bir odada ikamet etti. Şehzadebaşı ve Sirkeci meyhânelerindeki toplantılarda II. Abdülhamid idaresine karşı pervasızca sözler sarfetmesi neticesinde takibata uğradı ve bu yüzden çevresini kaybederek yalnız kaldı. İzbe meyhânelere dadanarak sefil bir hayat yaşamaya başladı. Mehmed Âkif’in ısrarlarına rağmen içkiyi bırakmadı. Bu arada uzun yıllardar ilgi duyduğu için 1902 yılında Bektaşî oldu. Bektaşiliği çok sevdi. Özellikle 1903 yılında üzerindeki baskılar artınca Mısır’a giderek İskenderiye ve Kahire’de yaşadı. Kaygusuz Sultan Bektaşî Tekkesi’ne sığındı. II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine (1908) İstanbul’a dönüşünde tekrar Âkif’in yanına geldi. 1910’da Cemile Hanım’la evlendi, ancak kızı Leman üç aylıkken ondan ayrıldı. Âkif’i görmek için ikinci defa Mısır’a gitti (1929). Dönüşünde İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda görevlendirildi (1930). Hastalığı ve içkiye olan düşkünlüğü nedeniyle sık sık akıl hastahanesinde tedavi gördü. Yakalandığı bronşitten kurtulamayarak 29 Ocak 1953’te vefat etti. Hem Mevlevî hem Bektaşî merasimi yapılarak Kartal Mezarlığı’na defnedildi.
ŞİİRLERİ BİR ARADA
Hiçbir zaman mala mülke değer vermeyen Neyzen, haksızlıklara isyan eden derviş bir kişiliğe sahipti. Tam bir gönül adamıydı. “Aksedince gönlüme/ şems-i hakîkat pertevi/ Meyde Bektâşî göründüm/ neyde oldum Mevlevî” dizeleri onun inanç dünyasının, sınırsız bir hikmet anlayışına dayandığını da gösterir. Şiirlerinde Bodrum’da dinlediği halk şairlerinin, Şair Eşref’in ve Mehmed Âkif’in etkileri görülmektedir. Hiciv şiirlerinde yer alan açık saçık sözleri, hiçbir şey umursamayan hayatının ürünüdür. Neyzen Tevfik’in kayıp olan bazı dizeleri dışında şiirleri iki eserde toplandı: ‘Hiç’ ve ‘Azâb-ı Mukaddes’. Hayatı, şairliği, hicivleri, nükteleri, mûsiki yönü, değerli Alpay Kabacalı’dan, tasavvuf alanında yıllarca İzmir’de ders veren Prof. Dr. Mehmet Demirci’ye kadar çok sayıda yazar ve bilim insanı için araştırma ve kitap konusu oldu. Mevlevi tekkesinde yetişen bir Bektaşi olarak Neyzen Tevfik için Tanrı kavramı her şeyin üstündeydi, varlıkların bütünü O’nda buluşuyordu. Neyzen dinlerin özünün ortaklığına da inanıyordu:
“Ulu Tanrım, akıl ermez sırrına,
Bin bir ismi hakta pinhan edersin.
İçirirsin sabrın peymanesini,
Hikmetini sonra ayan edersin.”
Ne zaman derinlere dalsa hiçliğin kapısını çalıyordu:
“Dinleyen her zerreye bin bir hitâbım var benim,
Kâinât isminde Hiç’ten bir kitâbım var benim!
Ya hitâbımdan okursun, ya kitâbımdan beni,
Yazdığım efsânede on altı bâbım var benim!”
‘EMSALSİZ DEMKEŞLERDEN’
Hakkı Süha Gezgin, hem dönemin usta bir gazetecisi, hem de Neyzen’in çok yakın bir dostu olarak Seyyah imzasıyla 20 Kasım 1920’de “Neyzen Tevfik’le Mülakat”ını yayımlamıştı.
Gezgin’in röportajı daha girişinde, Neyzen’in 40’lı yaşlarının derbederliğini tarif ediyordu:
“Malum olduğu üzere Neyzen, emsalsiz demkeşlerdendir. Şimdiye kadar 14.640 okka rakı içmiş ve kâğıt para ile 30.000 liraya yakın içki ücreti vermiştir. Devirdiği binliklerin adedi 5836’dır. Bunlar birbiri üzerine yığılırsa 2918 metre irtifaında ve 64 santimetre muhitinde bir sütun hâsıl olur ki, masarif-i inşâiyyesi Hilal-i Ahdar’a rakip bir cemiyete ait olmak üzere yapılacak heykeline bundan münasip bir kaide olamaz fikrindeyiz.”
Aynı röportaj, ilerleyen satırlarında Neyzen’in insanı hayrete düşüren derinliğini yansıtıyordu.
Neyzen Tevfik’in Gazi Mustafa Kemal Atatürk dışında tüm iktidarlarla arası kötü oldu. Hatta İsmet İnönü’yü de çok sevemedi. Yazılı kaynaklarda O’nu da eleştirdiğini görüyoruz. Gazi Mustafa Kemal ile Atatürk’ün isteği üzerine 1926 yılında tanıştı. Gazi, O’nun delilikten veliliğe uzanan karmaşık ruh halindeki farklılığı algıladı ve Neyzen’e çok değer verdi.
Dönem dönem Mustafa Kemal Atatürk’ün sofrasının özel konuğu oldu, rakısını içti.
Neyzen Tevfik iki yıl sonra öleceğini biliyormuş gibi, 1936 yılında Mustafa Kemal Atatürk için Azâb-ı Mukaddes’te yer alan ‘O ÖLMEDİ!’ adlı şiiri yazdı:
“Tanrı ölmez, o dilerse görünür bir müddet,
Kaybolunca onu kalbinde bulur her millet.
*
Biliyormuş kaderin cilvesini evvelce,
Bütün ecrâm-ı sema yasla büründü o gece.
*
Yaklaşan bir acı önce güneşi korkuttu,
Ay tutuldu diyemem gökyüzü matem tuttu.
*
Ata geçti ebedin mevki-i müstahkemine
Bir direktif veriyor arza, beşer âlemine!
*
Bize ilham ile isal ediyor her haberi,
Ki onun kudret-i külliyye, emirber neferi.
*
Bağladı dâr-ı fenanın ebede telsizini,
Güdelim açtığı yollardan mübarek izini
*
Atatürk’ün beşere sunduğu peymânı budur:
Atatürk’e inananlar er olur, sulhu korur!
***
Yolu İzmir’den geçen ve şehrimizde iz bırakan Neyzen Tevfik’in hatırasını saygı ve sevgiyle selamlıyoruz. Ruhu şad olsun…