Ben de “eyyy” diye bağırmak istiyorum. Ama “zalimlere.” Renk renk, çeşit çeşit zalimler var memlekette. Kendi gençlerini, kentlerini, mazlumları duygusuzca hissetmeyen, zalimliği siyaset ve ticaret sanan modern zalimler. En çok da “kendini alim sanan gafil zalimler!”
Başlığı “deprem” ile ilgili bekleyenler biraz şaşırdı bugün. Şaşırttığım için kalbi özürlerimi sunuyorum. Ama belirtmeliyim ki, okuyacağınız yazı, birkaç başlıklı önemli konuları içerecek. Sonuna kadar okuma zahmetine girerseniz, sona geldiğinizde “deprem sonrasını” da anlayacaksınız yine.
KAPKARANLIK KEMERALTI!
Yazdım durdum, bazı “korkusuz korkaklar” köşe bucak ve de sinsice kulaklarımı çınlatsa da şöyle yaradılışta kendilerine bahşedilen zekâ ve vicdanla arasalardı, belki iletişimde de bir aşama kaydederdi garip İzmir’im. İzmir sermayesinin bencilce “kazabilmek” için yapamayacağı yok. Ama haklılar, tüm zalimliklerini örtebilecek güce sahipler. Yıllarca, kentin garip guraba, fakir fukara muhitlerine hep gözlerini kapadılar. İzmir’e aidiyet duyamadıkları için, kendi soylarının başladığı sokakların, caddelerin dahi imhasına vicdansızca aldırmadılar.
“Zalim” zulmeden demektir ve illaki zalimlik, öldürmek ya da soymak da değildir. Zalimlik susmaktır da bencilce sadece dünya malına tamah edip gerçeklere kulak tıkayan zenginler de zalimdir. Ve onlara aracılık eden, onları ciddiye alan politik veya medya güçleri de zalimdir.
İşte size son 30 yıldır zalimce duyarsızlıkla ilgilenilmeyen tarihi Kemeraltı…
Makam ya da mevki sahibi olan kimseyi kastetmiyorum. Ben işin “sırrına” kafa yoruyorum. İyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışanları tenzih ederek, nasıl oluyor da son 30 yıldır hep “mış gibi” yapılabiliyor bu kadim bölgeye, anlamaya çalışıyorum.
İzmir Valiliği, belediye başkanlıkları, İzmir Ticaret Odası, esnaf teşkilatları, devlet kurumları, üniversiteler, basın ve medya, siyasi partiler dillerinden düşürmese de bir türlü sorunları çözülemeyen Kemeraltı’nın esbab-ı mucibesi nedir anlamaya uğraşıyorum.
Cuma gününü Kemeraltı’nda geçirdim yine. Üstelik gecesini de gördüm. Sağı solu aradım ve bir esnaf kardeşimin yolladığı fotoğrafla hüzün kapladı içimi. Hatta bir değil birkaç fotoğraf. Kemeraltı’nın gizemli sahipsizliğini, kimsesiz bırakıldığını düşündüm. Bir yandan sarf edilen onca iddialı söz, kurulan şirket, dernek, İzmir Valiliği'nin, belediyelerin ilgisi… Ama sonuç: İyi niyetlere rağmen sıfıra sıfır elde var sıfır!
Tarihi çarşı anlıyorum ki aslında kimsenin umurunda falan değil. Güneş batınca nasıl kapkaranlık oluyorsa, kaderi de kararıyor sanki. Esnaf akşamüstü çayını içerken neler konuşuyor kimse duymuyor. Entel dantel toplantılar, araştırmalar deva olamıyor.
Kemeraltı minareleriyle, yorgun işyerleriyle her batan güneşle daha da kararıyor. Kemeraltı artık “karar” bekliyor. Ya “öldürün” beni ya da böyle “yaralı ve kırgın bırakmayın” diye çığlık atıyor. Kemeraltı bağırıyor “beni Plaka falan yapmayın, özüme döndürün, anılarımı yaşatın, ben sizin her şeyinizdim, neden beni yok sayıyorsunuz” diye bağırıyor!
Neden kapkaranlık Kemeraltı? Neden aydınlatılmıyor modernce? Neden Kemeraltı’na, dalga geçer gibi “otoyol aydınlatma direkleri” dikildi? Neden polis özel önem göstermiyor? Neden Hisar ve çevresi o hırpani şeklinden kurtulamıyor? Neden o güzelim Salepçioğlu ve çevresi, zulmün en ağırını yaşıyor? Gediz Elektrik ya da kimse, neden hızlı bir adım atılmıyor? En önemlisi neden Kemeraltı meclisi gibi bir şey oluşturulup, bizzat esnaf dinlenmiyor da ömrünü sadece “Frenk Caddesi’ne” adamışlardan medet umuluyor?
Ve aklımı kurcalayan soru. O Üçkuyulardaki kent ihaneti içine “Kemeraltı katı” kuranların “danışmanları” kimler? Adı “İstinye” olan ve İzmir kültürüyle zerre benzerliği olmayan o çirkin betonarme lobisinin “karanlık” amacı, gün olur da Kemeraltı’ndan otoyol geçirmek olabilir mi? Ne de olsa otoyol direğini dikmişler çünkü!
TARKEM ya da başkası… İnkâr etmiyorum ama aidiyetle içselliği yaşamadığı sürece Kemeraltı, ölmeye devam edecek. Onu “Plaka” ya da başka bir yerle mukayese bile ancak, kendini “alim” sanan “zalimlerin” oyunudur vesselam!
GELECEĞİMİZİ ÇOK ÜZÜYORUZ: BOĞAZİÇİ
Lise son sınıfa gidiyordum sanıyorum. Kemeraltı’nda “İleri Kitabevi’nden” Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” ve “Kuvva-i Milliye Destanı” kitaplarını almıştım. Zülfü Livaneli’nin “Ada” kaseti de yeni çıkmıştı. Necdet amcamın Eşrefpaşa’da “Günaydın” dükkanından da kaseti alıp nikah dairesi önünden Ballıkuyu otobüsüne binmiştim. Yaşlı bir amcanın yanında oturmuştum. Poşetten çıkardığım kasete ve kitaplara bakıyordum. Amca bana döndü ve “oğlum ne bunlar sen gomunist misin bu yaşta” demez mi? 1980 faşist darbesinin üzerinden üç yıl veya dört yıl geçmişti.
Şimdi Boğaziçili gençlerimize yapılanlara bakıyorum da inanın şaşırmıyorum. Kusura bakmasın kimse ya da bakabilir. Biz gençlerimizi sevmiyoruz! Ya da şöyle yazayım, okuyan, sorgulayan, tartışan, araştıran gençlerimizi sevmiyoruz. Hatta kıskanıyoruz, kendimizi onlardan üstün görüyoruz. Kalplerimizde sevgi de kalmadığından o pırıl pırıl çocuklara kıymaya çalışıyoruz. Boğaziçi öğrencileri, Türkiye’nin en başarılı gençleri. Hepsi bilimin aydınlığının temsilcileri. Onlar yarınlarda Türkiye’nin sağlam yarınları. Ama hepsi “delikanlı”. Çünkü “kula minnet eylemiyorlar”, çünkü el etek öperek beyinlerini satmayı düşünmüyorlar. Onlar “yaratılmışların en üstünü” olmanın tüm özelliklerini taşıyorlar. Onlar okumayı, araştırmayı, sorgulamayı, sevgiyi her şeyden üstün görüyorlar. Bir film yapmışlar, izlediniz mi bilmiyorum. Ama ağladım inanın. “Ülkem için üzülüyorum” diyor o çocuklarımız. Oysa onlara zulmedenler zerre sevmiyorlar aslında ülkeyi de gençleri de!
Kula kulluğu reddeden o çocukları saygıyla selamlıyorum! İçlerinde kötü niyetli var da cidden bulamıyorlarsa da kusur gençler de değil, gençleri akıllarınca adam yerine koymayanlardadır. Ve bence zalimlerin en gizli nedenleri o çocukları “kıskanmalarıdır”.
'İNSANLIĞIN YIKILDIĞI' TARİH: 30 EKİM 2020 (3)
CEVAP YOK YOK YOK!
“Zulüm” öyle geniş anlamlı bir kelime ki? Biz “zalim” deyince hep elinde silah, onu bunu öldüren, cana kıyanları düşünürüz tarihte. Oysa yalan söyleyen, fukaranın haline duyarsız kalan siyasetçi de zalimdir. Ekmek hakkı, ifade ve düşünce özgürlüğü, inanç özgürlüğünü hiçe sayan da zalimdir. Ve inanın tarihte “zulüm ile abad olanı ahiri berbat” olmuştur her zaman. Lakin zalimin zulmettikleri ne yazık ki bedel öder durur.
30 Ekim 2020 depreminden sonra Bayraklı’da da çeşit çeşit zulümleri yaşadı depremzedeler. Yardımlardan tutun da konut yapım modellerine kadar baştan aşağı bir zulüm öyküsüdür 30 Ekim sonrası. “Dost” sanılanların düşman, “düşman” sanılanların dost olduğu bir süreçtir bu.
Müteahhit, emlakçı, ev sahibi, kapıcı, yönetici, belediye meclis üyesi, belediye başkanı, bakan, vali, emniyet müdürü, kaymakam ve hatta müftü… Kim kimden daha zalim bilemem… Hangi zulmün sahibi hangi zalimdir, o da zaman içinde netleşecek.
Kasım ayında evler dağıtılacakmış. Reis-i Cumhur hazretleri, kendisine ne denecekse, onları konuşacak ve belki de karşı çıkma haddini gösterenlere “terörist” bile diyecektir. Lakin nereden bilsin son bir yıldır Bayraklı’da ne trajediler yaşandığını? Bu yaşananlara Bayraklı’nın tüm iradeleri dahi susmuşken, dillendirmemişken, vekalet verilen vekiller dahi kulak tıkamışken, inşa edilen minnacık evleri merak etmemişken ne yazalım ki?
Depremde evini, canlarını yitirenlerin beyin ve kalp sıkıntılarını duymadı ki kimse… Deprem unutuldu şimdi “kentsel dönüşüm” tantanasıyla ve biraz da “oy kaygısıyla” müteahhitleri, sadece müteahhitleri memnun etme çabaları var ortalıkta. Haklar zayi, duygular anlaşılmaz oldu Bayraklı’da.
Kaç para ödenecek, kaç ay ödenecek, kim nerede oturacak, oturmayanlar ne olacak kimse bilmiyor? Bir de AB projesiyle, tamamen sinsi niyetlerle Bayraklı’nın ortasına “mülteci okulu” yapılacak, yapılıyor. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir kuralı nerede? Bayraklı bugün huzursuzluğun, asayişsizliğin, kaygının merkezi… Anlayan var mı? Yok… Dinleyen var mı? O da yok… Yani? Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete Bayraklı’da, alametin içi dolu, dolmak üzere efendiler!
DİKKAT CUMA YOKUM!
Bugün sabahtan İzmir’im için yola çıkıp denizi falan aşıp çok önemli bir görüşme için “gidiyorum.” Cuma’ya yazıyı yetiştiremeyeceğim. Gelecek hafta salıya kadar herkese esenlikler diliyorum.