Yıl 1950... Günlerden bir gün, rahmetli dedem Hüseyin Efendi, mahalle kahvesinde, elinde gazetesiyle efkâr dağıtıyor. Gazetede, manşetler büyük harflerle atılmış: "Elektrik, her eve girecek!" Dedem, kahveci İhsan’a dönüp, “Elektrikmiş, her eve girecekmiş. Bize ne lazım, biz lambamızı yakarız, işimize bakarız!” diyor. O zamanın en büyük teknolojisi radyo, dedemin kafasında hâlâ yer bulamamışken, elektrikten bahsediliyor. Neyse ki, televizyonun varlığından henüz haberi yok. Yoksa, İhsan’a kaç tane çay içtiğini bile unuturdu, zavallı adam.
O zamanlar, komşuluk ilişkileri tam gaz devam ediyor. Her akşam, mahalleli kadınlar bir araya gelir, akşam çayını yudumlar. Kahveler taze çekilir, dedikodular taze çıkar. Herkes birbirinin evine rahatça girip çıkar. Bugünkü gibi kapıda kod yok, parmak izi yok, evde oturup sadece sosyal medya var. Hani derler ya, o zamanın Instagram’ı balkondu, işte öyle. Komşunun balkondan balkona uzanan o mis kokulu poğaçaları hatırlarsınız. Ah, ne güzel günlerdi!
Dedem, 1950'lerin teknolojik gelişmelerini böyle küçümserken, günümüze ışınlanalım. Aman efendim, bir de ne görelim! Elektriğin girmediği yer kalmamış, radyo bile neredeyse nostalji olmuş. 80'li yılların başında televizyon geldiğinde, mahallede herkesin evi birer sinema salonuna dönüşmüştü. "Tek kanallı televizyon" dedikleri zamanları hatırlarsınız. Mahallede bir aile televizyon aldı mı, mahalle halkı topluca oraya hücum eder, dizilmiş çekyatlarda, çoluk çocuk hep beraber "Perihan Abla" izlenirdi. Vay be, millet bir film için koltuk savaşı yapardı, ne günlerdi! Şimdi ise herkesin cebinde bir televizyon var; adı cep telefonu. Ama o zamanın çekyatında verilen sıcaklık, şimdiki telefon ekranlarında var mı? Tartışılır. Olmalı mı bu da tartışılır tabi.
Şimdiki nesil buna ihtiyaç ta duymuyor ayrıca.
Bugünün dünyasıysa başka bir alem... Dedemin kafasında dönüp duran "Elektrik her eve girerse ne olur?" sorusu, şimdi şu hale geldi: "İnternet her cihaza girerse ne olur?" O zamanın elektrik tartışmaları, şimdinin internet diyaloglarına dönüştü. Komşular artık bir araya gelip poğaça yapmıyor, WhatsApp gruplarında tarif paylaşıyor. Mutfakta bir türlü mayalanmayan ekmek için Google’a "ekmek neden kabarmaz?" diye sorup, "Yoğurdu yeterince koymadınız mı?" cevabını almak, artık işin rutini haline gelmiş.
Asıl tehlike tik tok adındaki video platformu ve yaşanan rezillikler ama bu konuya giripte ahlaki sınırları zorlamaya gerek yok.
Dijital dünyaya adapte olamayanları da unutmamak lazım. Geçenlerde, köyden şehirde yaşayan amcama telefon aldık. Yaş yetmiş, iş bitmemiş! Adamcağız telefonda mesaj yazmayı öğrenmeye çalışıyor. “Şu tuşa basınca harf geliyor, ee peki, bu harfi neden bulamıyorum?” diye çırpınıyor. Bir hafta uğraştıktan sonra, "Ben bu teknolojiyle baş edemem" deyip, eski usul mektuba geri döndü. Kendi eliyle yazdığı mektubu gönderdiğinde, postacı da şaşırmış: "Amca, bu nedir?" Amcam da gururla: "Oğlum, bu mesajın el yazısı olanı," deyivermiş.
Günümüz dijital dünyasının en büyük hastalığı ise sosyal medya. Hani dedem sağ olsaydı, “Oğlum bu ne menem şey, mahallede herkes birbirine bakmadan nasıl konuşuyor?” derdi. Evet dedeciğim, şimdi insanlar kahveye gitmeden, balkona çıkmadan, komşunun ne pişirdiğini, nereye gittiğini, hatta hangi diziyi izlediğini öğreniyor. Her şey ortada, her şey şeffaf, ama bir o kadar da mesafeli. Dedikodu bile artık eski tadını vermiyor. Eskiden fısıltıyla yapılan dedikodular, şimdi bir “tweet” ile 10 saniyede yayılıyor. Ah, o eski mahalle dedikodularının sıcaklığı nerede kaldı?
Eskiden mahallede bir laf yayıldığında, onu doğrulamak için en az üç kapı çalınırdı. Şimdi ise, Facebook’ta bir paylaşım gördün mü, yalan mı doğru mu düşünmeden hemen inanıveriyorsun. Artık herkes kendi mahallesini kurmuş durumda; adı da sosyal medya. Komşunun balkondan balkona seslenmesi yerine, şimdi bildirim geliyor: “Falanca kişi hikaye paylaştı!” Aman ne hoş, ne alaka...
Bir de şu meşhur Zoom toplantıları var. Eskiden toplantı denilince, takım elbise, kravat ve ciddiyet gelirdi akla. Şimdi alt tarafı pijama, üst tarafı ceket, kameranın karşısında ciddi bir iş adamı imajı vermek var. Ah be dedeciğim, senin o köy kahvesinde içtiğin çayın tadı burada olsa, eminim bir toplantıda bile içerdin. Ama gel gör ki, dijital dünya dediğin böyle bir şey: Hem var, hem yok; hem iç içe, hem dışarıda. Gerçek ama bir o kadar da sanal.
Sonuç olarak, zaman ilerliyor, teknoloji gelişiyor ama biz insanlar hep aynıyız. 1950'lerin kahvesinde yapılan sohbetler, bugün WhatsApp gruplarında, Zoom toplantılarında devam ediyor. Dedemin “Elektrik her eve girerse ne olur?” diye düşündüğü günlerden, “İnternet her cihaza girerse ne olur?” dediğimiz günlere geldik. Ama bir şey değişmedi: İnsanın iletişim ihtiyacı, komşuluk ilişkileri ve sosyal hayat. Sadece şekil değiştirdi; kahveden ekrana, balkondan sosyal medyaya...
Ama o eski günlerin tadı, kokusu, sıcaklığı... Ah, onlar hep hafızalarımızda kalacak! Ne kadar teknoloji gelişirse gelişsin, insanın ruhu, eski zamanların samimiyetini arıyor. Belki de o yüzden, eski Türk filmlerini tekrar tekrar izlemekten hiç bıkmıyoruz. Çünkü bir yandan gülerken, bir yandan da o günlere özlem duyuyoruz.
İşte böyle sevgili okur, teknolojinin içinden geçerek geçmişi unutmayan bir yazı oldu bu. Unutmayın, telefon ekranına bakarken ara sıra başınızı kaldırın, balkona çıkın.
Kim bilir, belki de mahalle dedikodusunun en güzelini kaçırıyorsunuzdur!
Ne kadar ihtiyacımız var dedikodulara derseniz, aslında insani iletişime ihtiyacımız var.
Günaydın yerine, sabah şerifleriniz hayrolsun’ a ihtiyacımız var belki de. Biraz nezekate, biraz anlayışa…
Teknoloji bizden bunları çalıyor gibi sanki. Ya da bunlar bizde yerleşmemiş gibi sanki…
Haftaya görüşmek üzere,
Çok Sevgiler…