Vatandaşın devletle olan ilişkisini ikili ilişkilere benzetirim. İkili ilişkilerinizde partnerinizle, çocuğunuzla, arkadaşınızla, ebeveyninizle ilişkinizin sağlıklı olabilmesi için gerekli en temel şey güvendir ardından saygı gelir sağlıklı bir sevgi bu ikisinden sonra doğar. Bize pek anlatılmıyor veya biz ilk etapta pek üzerinde durmuyor olsak da güven bir insanın hayatındaki en temel ihtiyaç kanımca.

‘Korku, çekinme ve kuşku duymadan inanma ve bağlanma duygusu; emniyet, itimat,’ olarak açıklıyor sözlük kelimenin anlamını.  

İlişkilerini son derece sağlıklı ve mutlu yürütenlerin, ilişkileri hakkında söyleyeceği ilk şeylerden birisi, ona güveniyorum, olur. Korkmadan, çekinmeden, kuşku duymadan güvenmek dünyanın en konforlu hissidir. Sonrasında ve kendiliğinden bir saygı şekillenir. Sınırlar bellidir. Herkes karşısındakinin sınırınıu bilince saygı yerine yerleşir, ardından sağlıklı, temeli olan sevgi filizlenir, yeşerir. Tutku değil sevgi.

Yıllar geçiyor, ikitidarlar değişiyor, insanlar ölüyor, doğuyor, nesiller birbirine karışıyor teknoloji devrimleri gerçekleşiyor, köyler, şehirler değişiyor, insan aklı, zihniyeti, fikirleri gelişiyor, değişiyor ama bu ülkede değişmeyen tek şey sağlıksız vatandaş devlet ilişkisi; öteden beri korkuya, korkutmaya korkmaya dayanıyor, doğal olarak güven bir türlü inşaa edilemiyor. Güven olmadığı için  ne karşılıklı saygı ne sevgi gelişiyor. Ancak bugün devlete olan güvensizlik hiç olmadığı kadar derin bir şekilde toplumun tüm kesimlerine yayılmış durumda.

Günümüzde vatandaş olarak ağır bir şekilde hissettiğimiz, hepimizin hissettiği güvensizlik hissi son derece korkutucu; endişe vereci değil korkutucu – korkutucu, kelimenin kudretli dehşetine bakar mısınız?- Hepimiz şunu düşünüyoruz: Evden çıktığımda geri dönebilecek miyim, eşim, çocuğum, annem, babam eve geri dönebilecek mi? Birisi bana bir şey yaparsa, sevdiklerime bir şey yaparsa kimden yardım isteyeceğim, kolluk güçleri imdadıma yetişir mi, başıma bir şey geldiğinde bunun hesabını kim soracak, adalet işler mi…bu listeyi sayfalarca uzatabiliriz, gerçek olan şu ki hepimiz bunu derin ve yaralayıcı bir şekilde hissediyoruz. Ülkede evden çıkıp bir yerden bir yere giderken, çalışırken, parkta yürürken, sokaktaki hayvanı beslerken, trafikte, markette, kuyrukta beklerken, toplu taşımada, konser alanında, tiyatroda, bir yerde otururken her an her şeyin olması mümkün. Hepimiz bunu düşünüyoruz, en kayıtsız olanımız bile günde en az bir kez bunu aklına getiriyor. Evet, insanız, başımıza her zaman bir şeyler gelir, her zaman kötü bir olay, kaza yaşayabilir, kötü bir insana denk gelebiliriz buna zaten kader diyoruz ama bizim yaşaduğımız bu toplumsal travmanın adı kader değil. Hepimiz bu endişe bulutu ile gezerken karşılaşacağımız kötü şeye ve sonrasında gelişecek tüm olayların kader olmadığını biliyoruz. Yaşam tehdidi altında yaşıyoruz. Hayatlarımız tehdit ediliyor, bunun son derece farkındayız.

Tehlike anında, yaşam tehdidi sırasında zihin şu şekilde işliyor önce yardım isteniyor. Yardım gelmezse ya savaşmayı veya donup kalmayı tercih ediyor. Biz uzun zamandır donup kaldık. Öylece başımıza gelecek şeyi bekliyoruz. Yardım istediğimizde yardımın gelmeyeceğini tecrübe ederek öğrendik. Savaşmayı bilmiyoruz. Savaşmayı bize kimse öğretmedi. Nasıl savaşılır bilmiyoruz.

Artık ben savaşmayı öğrenmemiz gerektiğini hatta bunun için geç kaldığımızı düşünür oldum. Her gün yeni bir kadının, çocuğun kaybını duyuyoruz. Kayıpları hep ölü buluyoruz. Çoğunluğu her nedense kayıtlara intihar diye geçiyor. Her gün birileri bir yerlerde istismar ediliyor sıradakinin biz veya sevdiğimiz birinin olmaması için dua ediyoruz, her gün sokak hayvanlarının işkence edilmiş, zehirlenmiş, katledilmiş görüntüleri ile uykuya dalıyoruz sıradakinin bizim sokağın çocukları olmaması için dua ederek.

İstanbul Sözleşmesi kaldırılmadan önce kadın örgütleri, kadın hareketine yıllarını vermiş olanlar sözleşmenin yürürlükten kaldırılmasının büyük bir hata olduğunu, hatanın telfisinin mümkün olmayacağını anlattılar. Milyonlarca kadın sokaklarda İstanbul Sözleşmesi Yaşatır, diyerek yürüdü. Yürüyüşlerin her birinde kadınların önünde barikat vardı. O günlerde hep beraber o barikatı aşmayı bildik. Ama sokağın sesini, vatandaşın haklı talebini duymayan iktidar anlamsız inadından vazgeçmedi. Sonrasında olanlar malum. Aynı şey sokak hayvanları Yasasinda da oldu. 20 yıllık mevcut yasayı uygulatamayan iktidar sorun olarak gördüğü masum canların toplu katliamı için onay verdi.

Adaletin işerliğini yitirmesi güvensizliği hızla artırıyor. Şiddet artık sokaklarda her zaman olduğundan daha pervasız, daha cesur ve daha zalimce kol geziyor. Hayvanlar, çocuklar, kadınlar ve LGBT bireyler başta olmak üzere herkes büyük bir tehdit altında olduğunu iliklerine kadar hissediyor bunu hissetmekle kalmıyor yardım istese de o yardımın gelmeyeceğini biliyor. Donup kalmaktan sıkılanlar, bunun yaşamak olmadığını bilenler savaşmaya, kendi adaletlerini kendileri sağlamak için harekete geçmeye başladı. Sonuç olarak bilinen bir gerçeklik yeniden yükleniyor, kainatın değişmez kurallarından biri, şiddet şiddeti doğuruyor, ekilen her neyse o biçiliyor.

Devletin dolayısıyla iktidarın acilen yapması gereken en mühim şey iki büyük hatadan dönmesi İstanbul Sözleşmesi yeniden yürürlüğe girmeli ve koşulsuz şartsız uygulanmalı. Sokak Hayvanları yasası iptal edilip 5199 nolu yasaya geri dönüp, tam olarak uygulanması sağlanmalı. Şiddet, istismar failleri kısa sürede yargılanıp en yüksek cezaları almalı.

Devlet hemen güven sağlamak zorunda. O adaleti ve hukuku yeniden inşaa edip, olması gerektiği yere getirene kadar, vatandaşın güvenini kazanana kadar ise bizim yapmamız gereken şey zalim ve zorbaların karşısında donup kalmaktan çıkıp savaşmaya başlamak olmalı. Çünkü hepimiz gayet iyi biliyoruz ki zalim ve zorbalar karşısında sessiz kalanlar onların bir sonraki kurbanı olur. İşe kendimizi savunmayı öğrenerek başlamak zorundayız. Savunma savaşın  en nadide unsurudur. Nasıl ki kadın hareketinin öncülerinden, yaptığı işlerle bu ülkenin kadınları için büyük yollar katetmiş Mor Çatı varsa belki bizim de artık Mor Tekme gibi bir oluşumu başlatmamız gerekiyor. Savunma sporu bilenlerin bilmeyenlere kısa, basit en azından ilk aşamada hayat kurtacak temel bilgileri öğretecek bir oluşum, bize çığlık atmayı öğretecek bir uzman, tehlike anında saldırganı etkisiz hale getirmenin ipuçlarını verecek birileri internet üzerinden kolayca erişimi olan, ücretsiz bir uygulamayı geliştirecek birileri mesela. Ama önce hepimiz bir kez daha, gerekirse binlerce kez, sonuç alana kadar Rabia Naz için adalet diye haykırıp, Gülistan Doku’nun nerede olduğunu ve Narin’in katilerinin kimler olduğunu sormamız gerekiyor. Tekrar ve tekrar.

Gerekiyorsa bir Sisifos gibi o kayayı yeniden ve yeniden dağın zirvesine taşımak zorundayız. Bunu bu ülkenin çocukları için yapmalıyız. Geleceğe bırakacağımız en kıymetli miras bu olacaktır.

Not: Yazıyı gazeteye yollamadan önce güneş yüzü görmemiş bebeleri para için öldüren bir çetenin haberi düştü. Yenidoğan Çetesi! Bu çetenin kurbanı olan anne ve babalar neredeyse altı yıl önce, on beş ay önce Şikayet Var isimli siteye başlarına geleni anlatıp, yardım istemişler. Hiç kimse harekete geçmemiş. Çetenin savcıyı tehdit ettiği iddialar arasında. Bu soruşturmayı yapan, çetenin ortaya çıkmasını sağlayan savcı her kimse devlet onu sımsıkı korumalı. Sımsıkı. O savcıya bin teşekkür, yolu açık olsun.