Kendime zaman zaman soruyorum, bu aralar sıklıkla, bir ülkeyi memleket yapan şey nedir, bir ülkeye ait olmakla bir memlekete, yurda sahip olmak aynı şey midir?
Bence değil. Başınıza olağanüstü korkunç şeyler gelmemişse, başınıza bin çeşit bela açmamışsanız, (elbette ve belki kendi tercihiniz de olabilir) ezcümle tüm bunlardan uzaksanız doğal olarak bir ülkenin vatandaşısınızdır. Peki ama bir ülkenin vatandaşı olmak o ülkeyi sizin memleketiniz yapar mı, ülkeden taşınabilirken memleketinden de taşınabilir mi insan ? Yoksa yüreğine, hafızasına sığdırıp yanında mı taşır onu?
Memleket sözlük anlamından ziyadesiyle büyük bir kelime. Memleketim, dediğinizde sol yanınızda tatlı bir sızı hissedersiniz, ses tellerini inceltip titreştiren hasreti, sevgili kokusunu, ana rahminin güvenini, en sevdiğiniz yemeği yedikten sonraki keyfi, derin, deliksiz bir uykunun sabahını, bereketiyle yağan yağmuru, dingin denizin koynunu, ağustos sıcağında dev bir çınarın altında serinlemeyi, memleket tüm bunları çağrıştıran şeydir; tek tek veya hep birlikte, hiç fark etmez. Ülke ise kuru bir kimlik, haritada bir yer; sınırları çizilmiş, kapısına bayrak dikilmiş alan, yerkürenin ki o büyük evdir, üzerinde bir arazi işte. Ülke bir ev ise memleket yuvadır o nedenle ülkeden taşınırken memleket yanında gelir, çocukluk gibi.
Büyük bir yürek sızısı ile beraber farkına varıyorum ki, her geçen yıl, her geçen ay ve son bir yıldır neredeyse her geçen gün memleketsiz kalıyorum. Bu, böyle hisseden herkes için büyük bir sorun, böyle hisseden herkes ki yalnız olmadığımı çok iyi biliyorum, başa çıkılması zor bir problem, atlatılması güç bir travma, devasa bir yalnızlık, güvensizlik, geleceksizlik, aidiyetsizlik hissi, hiç bitmeyeceğinden emin olduğum, olduğumuz ağır bir yas dönemi yaşıyoruz. Pencereden baktığımda bu pencere her anlamda aklınıza gelebilecek pencere olabilir, gördüğüm manzara karşısında hissettiğim tek şey dehşet. Dev bir zorba benim, sizin, işçilerin, emekçilerin, emeklilerin, kadınların, çocukların, hayvanların, ağaçların, ormanların, derelerin, denizlerin, verimli toprakların üzerinde tepin tepin tepiniyor. Üstelik bu zorba dev olmakla beraber tek bir zorbadan oluşmuyor - irili, ufaklı, uzun, kısa, şişman veya sıska, adı tek değil, ideolojisi tek değil, partisi tek değil, rengi tek değil- pek çok zorbadan meydana geliyor. Onların kim olduklarını hepimiz biliyoruz, onları hepimiz tanıyoruz. Sokak köpeklerinin katliamı için çağrı yapanlar ile köpeği bağlayıp yakanlar onlar. Sokak ortasında karısına, eski karısına, sevgilisine, eski sevgilisine meydan dayağı çekenler, kurşunları takır takır boşaltanlar, sayısız bıçak darbesi savuranlar ve izleyenler de onlar. Çete kurup, racon kesen, kestiği raconun gereği döve döve arkadaşını öldürenler, onları yetiştirenler de onlar. İşçinin, çiftçinin emeğini cebe indirenler de onlar, hakkını arayanı tekmeleyenler de…
Fazla uzatmaya gerek yok; uzun upuzun bir liste hazırlayabiliriz birlikte. Mesele listeyi hazırlamak değil, listenin hayli uzun olması, hiç bitmeyecekmiş gibi duran o maddeler, her bir maddenin altına giriveren bir başka madde, listeye bakınca yangın yerini görmemiz, görmekle kalmayıp genzimize gelen o kesif koku, gözlerimizin buğulanması, büyük hayal kırıklığının her şeyi itekleyip göğsümüzün ortasına çöküvermesi ve hayata bunlarla devam etmeye çalışmak.
Hayatta kalmakla yaşamanın aynı şey olmadığını da bu noktada anlıyorum.
Herhangi bir ülkede yaşayabilir insan lakin memleketsiz kalmak yaşamak değil, bir şekilde hayata tutunmakmış. Nefes alıp vermekle yaşamak arasında ne büyük fark varmış! Tam burada hem iğneyi hem çuvaldızı alıp kendimize batırmamız gerekiyor sanki… belki zorbaların böylesine pervasız, arsız bir şekilde ortada olmasının, ortalıkta ayarsız dolanmasının, akla gelmeyecek kötülüklerini, merhametsizliklerini devasa bir bok çuvalını üzerimize boşaltmalarının dolayısıyla koca bir memleketi kaybettiğimiz, memleketsiz kaldığımızı hissetmemizin nedenlerinden biri de biziz. Ses çıkarmadığımız her şey; sessiz kaldığımız her adaletsizlik, görmezden, duymazdan geldiğimiz her olay, bir başkasının acısına kapadığımız gözlerimiz, dudaklarımız, kulaklarımızla her bir zorbanın semirmesine, serpilmesine, ayağa kalkıp yürümesine, yakaladığının üzerinde tepinmesine ve sonunda evimizin kapısını çalmasına, yuvamızın içine girmesine neden oldu. Birilerini araya sokup kolaylaştırdığımız her iş, durmadığımız her kırmızı ışık, hız kurallarına uymadığımız her yolculuk, kaynak yaptığımız her sıra, neden sorusunu sormadığımız her soru bir zorbayı azar azar besledi. İddiamızdan vurulduk, kınadığımızla sınandık; bugünlere geldik.
Bugünden tam 102 yıl önce, yüzyılı iki geçmişken, ülkeyi kurtarmaktan ziyade bir memleket kurmak için tarihin en mühim savaşlarından birinin zaferini kutlayan bu ülkede kaybetmeye başladığımız, kaybetmeye yakın olduğumuz bir memleket olduğunu hatırlamak zorundayız. Bunun için yapılacak tek şeyin tıpkı bir meydan savaşında olduğu gibi düşenin elinden tutmak, haksızlığa ses çıkarmak, adaletsizlikle karşı karşıya kalan her kim olursa olsun elinden tutmak, hangi tür olduğuna bakmadan yaşam hakkını savunmak, birbirimize kol kanat germek, omuz başında durmak. Bir evi yuva yapmak, bir ülkeyi memlekete dönüştürmek için yapmamız gereken tek şey, gözümüzle görmek, kulaklarımızla işitmek ve dudaklarımızı kıpırdatmak…
Kendi kendime söylediğim, sizin de söylediğinize emin olduğum, o yeter kelimesi var ya onu haykırmak, artık yeter, diyen herkesi görmek, işitmek, ona el vermek. Zor değil. Bir memleket için o yeteri duyalım. Duyun.