Hayatlarımıza giren “mış gibi yapmak” alışkanlığı, başta siyaset adamları olmak üzere hepimizi çok fena etkiliyor. Şu anda sistemimiz gereği, bir cumhurbaşkanı, bir meclis, bir meclis başkanı, milletvekilleri, bakanlarla “idare” edilmeye “çalışılan” devletimiz var. Askerimiz, polisimiz, öğretmenimiz, diyanetimiz, belediyelerimiz, memurlarımız da var. Bankalarımız, şirketlerimiz, esnafımız, limanlarımız, azalsa da fabrikalarımız, üniversitelerimiz, basınımız da var. İş insanları, işçiler, emekliler, kadınlar, gençler, çocuklar falan derken kocaman da bir milletimiz var.
Peki “her şeyimiz” varsa neden sıkıntılarımız bitmiyor?
Bakın öyle mega sıkıntıları demiyorum, günlük kaygıları diyorum. Her akşam ekranlarda Cumhurbaşkanı ve ona bağlı olanlar ekonominin iyi olduğundan, muhalefet ve muhalefete bağlı olanlar da ekonominin çok kötü olduğundan bahsediyor. Peki bizlerin pazar, bakkal, market alışverişlerine etkisi nedir bunun? Pek muhterem “ekonomi alimi” insanlarımızın kehanetlerinden anlamam. Öyle kafamıza düşen milli geliri falan da bilmem. Lakin “sokakları” cumhurbaşkanından, muhalefetten, “Bizantinist köşe yazarlarından” ve “kadrolu TV tartışmacılarından” daha gerçekçi biliyorum, çünkü bizzat yaşıyorum!
Bana bir tane, sadece bir tane vekil, bakan, müdür, başkan falan söyleyin ki, halk gibi yaşasın, sıkıntı çeksin, kredilerle boğuşsun, Allah’ın sıcağında bir gün bile ayacağını serin sulara sokmasın, maaşını yettiremediği için banka borçlarıyla cambaz gibi oynasın, kış gelince doğalgaz, yaz gelince elektrik, su faturasını düşünsün?
Gösterin Allah aşkına gösterin! Yok değil mi, yok! Aslında biliyor musunuz, hep böyle olmuş ülkemizde bu. Osmanlı çökerken de çok partili yaşamda da darbeli süreçlerde de böyle olmuş.
Politikacıların Türkiye’ye özgü bir kelamı vardır mesela, ne derler?
“Halka inmek lazım!”
Hatta bu söylemi destekleyen “Bizantinist” gazeteciler de “evet beyefendi halka inmeyi biliyor” diye yazarlar değil mi? Hatta ekranlarda da zaman zaman çıkıp “falanca ne kadar iyi biliyor halka inmeyi” diyenler yok mu? Üstelik “sağ” veya “sol” ayrımı da yapmıyorum.
Türkiye’de dünden bugüne değişmeyen neler var ve bunlar ne kadar çok zarar veriyorlar hayatımıza. Adı “vekil” olan, kendisine “vekalet” verenden, düğmesini ilikleyerek saygı bekliyor. Yayılarak oturarak kendisini “vekil” edenleri selamlayan o kadar çok “politikacı” biliyorum ki…
“Halka inmek lazım” diyenlerin yüzüne okkalı bir tokat patlatıp “edep yahu” diye haykırıp “bre gafil sen kendini nerede hissediyorsun? Sen halkı “nerede” görüyorsun da “inmeyi” maharet sayıyorsun demeyi ne kadar isterdim.
Partilerin yönetimleri “aday” belirlerken yüreklere, beyinle mi bakıyor yoksa kişinin “mali durumuna mı”? Bugün içinden çıktığı halkı, kendisinden aşağıda görüp, kendini vazgeçilmez hisseden ne kadar çok gafil siyasetçi var! Bunlarla mı ülke düzlüğe çıkacak? Allah aşkına elinizi vicdanınıza koyun? Vekillere sosyal medyadan seslenen halkın mesajına beğeni koymayan, ama kendi mesajına “beğeni” bekleyenlerle mi geleceğimiz aydınlık olacak?
Ne zaman hatırlayacağız, öğreneceğiz biz? Türkiye’ye “demokrasi” ABD emriyle “her mahallede milyoner yaratmak” için getirildiğini? Böyle olmasaydı, “yaşam biçimi” olabilseydi demokrasimiz, oy vermeyi de adaylıkları da böyle “dayatmacı” yaşayabilir miydik? Yaşam biçimi olabilseydi “demokrasi” önüne gelen “ayar vermeye” kalkabilir miydi?
Dünyada demokrasiye sıkı sıkı bağlı milletlerin tarihini okumak lazım. Onlar ödedikleri bedelleri unutmadan sahip çıkıyorlar, biz ise “zengin etmek” ya da “zengin olmak” için “demokrasicilik” oynuyoruz. Ve demokrasi tarihimizde ödediğimiz ağır bedelleri de sürekli, unutuyoruz. Tabii pazara çıkmayan, belediye otobüsüne binmeyen, tatilden vazgeçmeyen, hep halktan saygı bekleyenlerle mi yaşam biçimi olacak demokrasi, olabilir mi?
Oysa bugün akşam karanlığında sokak aralarında dolaşan milletvekilleri olmalıydı. Kapalı perdelerin arkasında, ışıkları yanan odalarda, salonlarda halkının akşam yemek menüsünü merak eden, aralarındaki kaygılı konuşmalara kulak veren vekiller olmalıydı. Belki ben “ütopya” yazıyorum.
Ama söyler misinin gelecek yıl ne yapacağız biz?
Krediler, kredili mevduat hesapları, kişisel borçlar nasıl ödenecek? Maaşlar aynı kalırken “sağlıklı beslenme” nasıl olacak? Peynir, süt, ekmek, et kaç paraydı, kaç para oldu? İntiharlar, cinnetler, boşanmalar, cinayetler, gasp ve hırsızlıklar artarsa iktidar başta olmak üzere kaç politikacı “vebal” hissedecek?
Kusura bakmayın, benim öyle haftalarım geçiyor ki… Öyle bilgiler öğreniyorum ki… Bazen çıldıracak, beyin kanaması, kalp krizi geçirecek gibi hissediyorum. Pırıl pırıl gençlerimiz heba oluyor, çocuklarımız “oyunsuz” büyüyor, yaşlılarımız “bir an önce göçmek” için dua ediyor. Ve bunları yansıtacağım “bir kişi” bile yok… Çünkü “tok açın halinden anlamıyor” şeytanice. Çünkü herkes kendince “çaresizlik” formülü bulmuş.
Ama inancım bana şu sözü çoook tekrarlatıyor biliyor musunuz?
“Zulüm ile abad olanın ahiri berbat olur”! Ve ben de “inşallah” diyorum.
DEPREM: DURAMAM, YAZACAĞIM!
İzmir depremi ve sonrası ile ilgili yazmak istemiyorum aslında artık. Ancak ikamet ettiğim yer Bayraklı olunca ve “bazıları” küçümsese de halkımın içi yandığında “ilk arayacağı” kişilerden biri de ben olunca vicdanım elvermiyor yine “bazılarının” yaptığı gibi “üç maymunu” oynamaya. İletişime sonuna kadar açığım.
Bir yılı aşkın zamandır yazıyorum. Bayraklı’nın yaşadığı deprem, istense de istenmese de etkisini uzun süre daha sürdürecek. Hatta iddia ediyorum bu deprem, bazı İzmirli siyasileri de “koltuklarından” edecek. Bunu hem iktidar hem de muhalefet anlamında yazıyorum. Çünkü depremzedeler, depremin etkisinden sonra tamamen “unutuldu”. Yaşadıkları, hissettikleri, kaygıları, beklentileri hiç ciddiye alınmadı. İşsizlikler doğru değerlendirilmedi. Örneğin her şeyini “Yılmaz Erberk Apartmanı” altında kaybeden market esnafı bugün öyle sorunlarla boğuşuyor ki… Esnaf teşkilatı, esnaf kefalet, ticaret odası, ilçe belediye, kaymakamlık, valilik, bakanlıklar hep “yok sayıyor” Bülent Demir kardeşimi. Her şeyini depremde kaybeden bu esnafın bir yeğeni ve bir aslan gibi kardeşi 365 gündür “işsiz”. “İşe alacağız, deva olacağız” diyen kimse, makam bile ortada yok bugün.
Deprem anında evi yıkılan, depremden sonra evi girilemeyecek kadar hasarlı olan yurttaşları benden iyi bilenler neden konuşmaz anlamıyorum. Depremin ardından “kentsel dönüşüm” sıkıntıları ise apayrı bir sorun.
Cuma akşamı bir haber aldım. Telefonuma gelen bir mesaj, fotoğraflar ve bir video. Biraz kuşkulandığım için önce İzmir Valisi Sayın Köşger’e bildirdim. Açıkçası bazı provokatörlerin varlığını bir yıldır biliyorum. Vali Bey derhal ilgilendi. Daha sonra da bana bilgi lütfetti. Olay şu. Depremde şaibeli bir şekilde yıkılan, altında sanıyorum en az 11 yurttaşımızı yitirdiğimiz Yılmaz Erberk Apartmanı’nın yerine yeni ama 5+1 apartman yapıldı. Hatta Cumhurbaşkanı gelecek diye “bitmiş gibi de” hazırlandı. Lakin ne hikmetse, en alttaki dairelerin bazıları “dükkâna çevrilme” kararıyla, ara duvarları yıkıldı. Düşünebiliyor musunuz, şu an yargıda olduğunu bildiğim burası, altındaki kolonların kesildiği iddiasını da yaşıyordu. Bu durum mahallede büyük infial yarattı. Her zamanki gibi Şehircilik Müdürlüğü yine halka “üç maymunu” oynadığından bir sonuç alınmadı. Ancak cuma akşamı bana video gelince durumu kanıtıyla Vali Bey’e bildirebildim.
Bu kuşkulu durum için Vali Beye, oradan da bana verilen cevapta “daire olmasın zeminde dükkân olsun dendi, o yüzden tadilat yapıldı ekim ayı başlarında. Duvarlarda yapılan proje tadili, teknik sıkıntı yok.”
Bilemem, belki yoktur da güpegündüz, bu kadar açıkça ara duvarların yıkılması ve çevreye bir bilgi verilmemesi yakışıyor mu? Orası zaten deprem öncesi “dükkandı” ve o “üç harfli” market vardı. Şimdi rivayetler o kadar çok ki, yine o “üç harfli” market gelecek deniyor, mal sahibi de Şehircilik Müdürlüğü’nden “tadilat izni” istendi deniyor. Bilemiyorum bu acayipliğin sebeb-i hikmetini artık? Bu planlar nasıl ve neye göre yapıldı ki, inşaat bittikten sonra daireler, duvarları yıkılarak dükkâna, pardon büyük dükkâna çevriliyor? Acaba proje alanlarındaki diğer inşaatlarda da böyle acayiplikler var mı?
Öte yandan, bunca fiyat artışı tamamen ve yine “müteahhitlere” yaradı. Şu anda kentsel dönüşüm için imza atan binalara, müteahhitlerin bazıları “fiyat artışı var ekstra para ödeyeceksiniz, yoksa bırakır giderim” diyor. Acaba buna başta Necip Nasır beyefendi ve yandaşları ne diyor bilmiyorum?
Kentsel dönüşüm zorunluluğuna devlet girmediği sürece, TOKİ namıyla maruf yer elvermediği sürece vatandaş ne yazık ki pek çok “cahil” ve “menfaatçi” inşaat odaklarının kurbanı olacak. Deprem gibi bir gerçeklikte devlet, vatandaşını müteahhitlerle muhatap ettiği için büyük yanlışa girdi, demedi demeyin.
Gelelim şu anki Bayraklı’nın hal-i pürmelaline, hayalet binalar, kafalarına göre yıkımlar, çevrede yaşayanların zerre düşünülmediği sağlıksız hafriyat ve inşaatlar, sabahtan akşama değişen yollar, asayiş ve trafiğin önemsizleştiği, hurdacı grupların yurttaşları tehditleri, kaymakamlık ve ilçe belediyenin inanılmaz duyarsızlıkları, vatandaşın tarihte eşine az rastlanır sahipsizliği ve çaresizliği. İşte Bayraklı bu bugün! İnanmayan araştırsın, gezsin görsün.
'HELALLEŞME' KAFAMI KURCALIYIOR!
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu bir süre önce ortaya bir “helalleşme” attı. Tam olarak kimlerden ve neden “helallik” istedi pek anlamadım. Ancak sadece son 106 yıldır olan biten, unutturulan, değiştirilen, halı altına süpürülen “bazı olaylar” geldi aklıma da “helallik” istenebilecek çoook var Anadolu’da, İzmir’de, İstanbul’da, Maraş’ta, Sivas’ta…
Ama sadece CHP değil tüm siyasi partilerin Türkiye’de “helalleşmeye” ihtiyacı var.