Özgün hali “Vita brevis, ars longa” olan bu ünlü söz, Hipokrat’a aittir. Burada sanattan kastedilenin, üstadın mesleği de düşünüldüğünde “tıp” olduğu söylense de, bugün akla gelen ilk anlamıyla kullanılır. Hayatın kısalığı sanatçının ömrünü, sanatın uzunluğu ise sanatsal ürünün yaratıcısını aşacak kadar yaşayabileceğini anlatır. Bu kalıcılık, elbette sanatsal ürünün niteliğine bağlıdır ve aslında sanatın karanlık çöplüğü berbat işlerle ve sahipleriyle tıka basa doludur. Kalıcılık, tarihselliği aşan bir evrenselliği anlatır. Büyük sanat emekçilerinin ve yapıtlarının, ölümsüzlüğü yakalayıp sonsuzluğa yürümesinin nedeni, tarihsellikle yetinmemeleri, gündelik ya da gel geç beğeni ve başarılarla ilgilenmemeleridir.
Evrensellik, insanın duygu ve düşüncelerinin içinde yaşadığı koşullarla çatışmasını, bunlara dair tutum ve davranışlarının yol açtığı gelişmeleri anlatabilme-işleyebilme-aktarabilme ile yakalanabilir. 
     Romeo Juliet de “aşk”ı anlatır, az önceki tuhaf klipte izlediğimiz şarkı da. Aynı temayı işlemelerine rağmen, ilkinin 1595’ten bu yana insanlığı titretmesi ve kimbilir kaç bin yıl daha titreteceği ile ikincisinin üç dakikada unutulması arasındaki farkın adıdır evrensellik. Neden ve mesela Cumhuriyetin 100. Yılı için bestelenmiş onlarca sözüm ona marştan tek bir dize, tek bir nota aklımızda yokken, 1933’te Faruk Nafiz Çamlıbel ile Behçet Çağlar’ın sözlerini yazdığı, Cemal Reşit Rey’in bestelediği “10. Yıl Marşı” her dinlediğimizde ya da Nazım Hikmet’in 1939’da yazdığı “Kuvayı Milliye Destanı” her okuduğumuzda ruhumuzu titretir? O ölümsüz dizeler ve notalar, yalnızca bir ülkenin öyküsünü değil, o muhteşem öykünün temelindeki “insanı/toplumu” anlatabildiği için evrenseli yakalamıştır da ondan.
Pir Sultan Abdal’ı, Beethoven’i, Euripides’i, Michelangelo’yu, Van Gogh’u, Nazım Hikmet’i, Shakespeare’i ve nicesini ölümsüz, çağlar üstü, zamansız kılan, hayatı (zamanı) sanatla (düşünceden beslenen estetik) aşarak evrenseli yakalamalarıdır. Onlar bu yetkinlikle donanarak bizi güzele, güzelden alınacak haz duygusuna, arınmaya, iyileşmeye, ezberlerimizi bozma cesaretine götürür.
Gerici, tutucu, faşizan zihniyetlerin sanata ve sanatçıya düşmanlığı, işte bu yolculuğa dair besledikleri nefretten dolayıdır. Çünkü sanatın yolculuğu, her şeyden önce bu zihniyetlerden kopmayı, onları sorgulamayı ve nihayet ait oldukları çöplüklere gömmeyi kışkırtır, cesaretlendirir. Çünkü sanat yalan söylemez. Doğrunun, güzelin, daha iyi ve yaşanır bir yeryüzünün peşinde olan sanat, yoz ve yobaz tarafından katledilmesi gereken hayat kaynağıdır.
Edip Akbayram ağabeyi de yitirdik. Haberi aldığımda önce bunları düşündüm. Çünkü Edip Akbayram gibi sanat emekçilerinin büyüklüğü, sesinden, çalgısından, paletinden, bedensel yeteneklerinden ya da çalışkanlıklarından dolayı değildir. Onlar bütün bunları, yukarıda anlatmaya çalıştığım niteliklerle sanata dönüştürdükleri için “büyüktür.”
Bizi hüzünlendiren, ıssızlaştıran ve kederlendiren, yalnızca sevdiğimiz bir sanatçıyı yitirdiğimiz için değil, bıraktığı boşlukla baş başa kalmamızdır. Elbette nice Edip Akbayram’lar yetişecek, elbette hayat da sanat da boşluğu kabul etmeyecek. Yoz ve yobazlık o boşluğu kendi tıyneti ve nefretiyle doldurmaya, asla beceremeyeceğini bildiği için, örtmeye ve unutturmaya çalışacak. İşte bütün bunlara direnmektir Edip Akbayram gibi emekçileri hak etmek.
    Hayatı da sanatı da savunmak… Görevimiz budur. Yapmazsak ne olur?
    Bu soruyu sorabilmek ve olup biteni görmemek için, hayata ve sanata dair zır cahil ya da silme kötü kalpli olmak yeter. Keşke ve mesela bir Edip Akbayram şarkısı dinleseydin canım kardeşim!