1999 Şubatında TRT İzmir Televizyonunda Resim Seçici olarak çalışmaya başladım. Başlangıçta İstanbul’dan İzmir’e gelişimi “kaderin geçici bir sürgünü” gibi değerlendirsem de; İzmir'in süreç içerisinde insanı içine çekip sarıp sarmalayan o sıra dışı havası beni de sonuçta İzmirli yaptı. TRT denilince insanlar hala “fuarda mısınız” diye sorar, ben de TRT’nin fuardaki binasında başlamıştım çalışmaya. Nisan yahut Mayıs ayı fuarda Stüdyo Şefi dostum Ali Erden ile oturuyoruz. “Ercüment geliyor “dedi Ali gülümseyerek, karşılıklı el salladılar ve gelip oturdu o zamana kadar henüz samimi değiliz, programcılar Kahramanlardaki binada ve doğal olarak ben kurumdaki tanışma sürecini henüz tamamlamamışım. Konu konuyu açtı; televizyondan, programcılıktan memleket meselelerine Siyasal Bilgilerden Kuleliye kadar bir yığın konuya değiniyoruz. Arada dönemin politik gündemine dair konularda görüşlerimiz nasılsa çatıştı, sonra kalkıp gitti ve Ali’ye “ çok dolu ve çok gıcık bir adam “dediğimi hatırlıyorum. Ali gülerek “tanıdığında en çok seveceğin adamlardan biridir, işine âşık, yetkin ve insan bir adamdır “dedi.
Ölüm haberini aldığımda aklıma ilk gelen şey, o tanıştığımız gün oldu. Dondum kaldım, elim ayağım buz kesti, ne diyeceğimi şaşırdım; hani, hayat dolu ve espri yapmayı seven bir arkadaşınızın yaptığı kötü şakalardan biri olsun istersiniz ya; işte öyle bir duygu sardı içimi.
İnsan tanıştığında “gıcık olup sonradan dost olduğu bir adam hakkında ne yazabilir ki, hele bu adam Ercüment Gürsoy olursa?”
Kurum ortamına yeni yeni alışıyorum; bir grup TRT’ci edebiyat ve sinema konuşuyor laf dönüp dolaşıp Oğuz Atay’a geliyor, ”hah” diyorum içimden “şimdi benim zamanım”. Başlıyorum konuşmaya, ama o da ne, karşımdaki “gıcık adam” “Tutunamayanlar”dan sayfa numarası vererek pasajlar sıralamasın mı?
Saygıyla sustum ve dinledim. Zamanla fark ettim; hayat karşısında konumlanışı ile “Oğuz Atay “ romanlarından çıkıp gelmiş bu zamana ait olmayan bir roman kahramanıydı adeta. Keskin zekâsı ve derin duyarlılıkları ile varoluşsal bir anlamlandırma kavgası idi hayatı. Kurumun yetkin ve çalışkan Prodüktör-Yönetmenlerinden biri olmanın dışında Türk edebiyatına hâkimiyeti, entelektüel merakının bütüncül niteliğini ortaya koyuyordu. Varoluşun dayatmalarına doyurucu cevaplar üretme çabası onu Neyzen Tevfik benzeri bir dağınıklığa sürüklese de kendini hızla toparlayıp kaldığı yerden yürümesine engel olmuyordu. Lakin bu dünya en çok sevdiği biricik varlığı olan annesini kaybetmenin derin kederine yenik düştü ve geçirdiği kalp rahatsızlığını ne yazık ki atlatamadı.
“Biz temelde mesleksiz bir statü toplumuyuz”, derdi Çetin Altan. Yerleşik statü “ahlakının” mesleki yetkinlikle taçlanmış olsa da tevazuyu zayıflık gibi sunduğu bir toplumda Prodüktör-Yönetmen olarak, mesleğini layıkıyla yapmış ve televizyonculuk söz konusu olduğunda çok daha zor ve karmaşık işlerin altından kalkabilecek yetkinliğe sahip olduğu konusunda kimsenin kuşku duymadığı bir adamdı. Bütün bu mesleki, entelektüel donanımı ve inanılmaz derinlikteki İngilizcesi onu mesleğini statü olarak görme hastalığına sürüklemedi. Olduğu gibi davrandı, “aman ne derler” derdinde olmadı, yapay ve sahte saygı gösterilerine talip olmadı, çünkü insanı kibre sürükleyen şeyin kifayetsizlik olduğunun farkındaydı; hangi yaş, sınıf ve meslekten olursa olsun insanlara hep göz hizasından baktı, insan oğlu insandı.
Her zaman işini iyi yapmaya çalıştı, kaliteli program üretme amacından asla taviz vermedi. Bu satırların yazarı dâhil olmak üzere bütün çalışma arkadaşlarıyla stresli reji süreçlerinde işin doğasından kaynaklanan tartışmaları oldu, fakat iş kaynaklı ve işe dair hiçbir tartışmayı kişiselleştirmedi: Rejiden çıkınca bütün o tartışmalar reji odasında kalır, keskin zekâsından kaynaklanan ironi dolu dostça muhabbet kaldığı yerden devam ederdi. Neyzen Tevfik’le karşılaştırılabilecek keskin hiciv ve aforizmaları onu tanıyanların hafızalarından hiç silinmeyecek.
Bugün onu çok sevdiği İzmir’de, telefonu ne zaman açsa “anneciğim anneciğim, benim güzel anneciğim “diye mukabele ettiği rahmetli annesinin yanında toprağa verdik. Karşılıklı olduğu konusunda hiç kuşku duymadığım (çünkü O da bana ilk izlenim itibariyle, “uyuz olduğunu” ifade etmişti …) soğuk tanışmamızı müteakip gerek iş, gerek memleket ve dünya meselelerine dair yaptığımız tartışma ve sohbetlerde ortaya çıkan ortak duyarlılıklarımız aslında aramızda derin farklılıklar olmadığını ikimize de öğretmişti. O, kurumda zaman zaman hem kızıp hem çok sevdiğimiz bir adamdı çünkü yüreğinde kin ve nefret damarı yoktu.
Bu satırları yazarken “provokatif” çıkışlarımla onu kızdırdığım diyaloglarımız zihnime hücum ediyor ister istemez, içimde derin bir acı ve dudaklarımda yarım kalmış bir gülümseme. Ciddi meseleler konuşulmaktadır :” Hoca Ahmet Yesevi önemli kardeşim, Sen Ahmet Yesevi’yi de mi biliyorsun abi, Bu nasıl bir soru lan, Kızma abi sizin mahallede pek konuşulmaz ya hani, Başlatma mahallelere şimdi!...Müslümanlıksa, bizim de kulağımıza ezan okundu, Türklükse tepeden tırnağa Türküm. Niye bilmeyecek mişim Ahmet Yesevi’yi? Kızma Ercüment Abi, devam lütfen, Trabzon damarın kabardı yine, Şimdi saydırmayayım alacağın olsun biraderim; ha, Yesevi’yi neden bilmeliyiz…”
O, aydın bir Türk olarak kimliğini siyasal nefrete feda etmeme hassasiyetiyle kültürel köklerinin bilincinde, vatanına bağlı ve her zaman onur duyduğu Kuleli Askeri Lisesi mezunu olmanın yüreğine kazıdığı Türkiye idealine inanmış, Türk ulusunun insanlık ailesinin onurlu bir üyesi olarak bekasını sürdürmesinden yana bir adamdı. İnsanca yaşamanın Türk halkının da hakkı olduğuna inanmıştı, dünyadaki bütün halklar gibi. “Neyimiz eksik, Avrupalı yapmış neden biz yapamayalım, en çaresiz zamanımızda Kurtuluş Savaşını vermiş bir milletiz biz…”
Aynı fikri geleneği geçmişte paylaştığım bir dostum bir vesile ile demişti ki; ”insanları birbirine yaklaştıran fikirler değil, anlayışlar ve tutumlardır”. Ne kadar doğru bir saptama… Bir zamanlar aynı ideoloji ve düşünceleri paylaşan insanların anlayış ve tutum farklılıkları nedeniyle ayrıştığı gözlenebilir sıradanlaşmış bir gerçek aslında. Geldiğiniz noktada bir de bakmışsınız ki, dün kavga ettiğiniz adamla aynı toplumsal tahayyülü paylaşıyor, aynı geleceğe yürüyorsunuz.
Yayıncılık stresli iştir, sıra dışı zihinlerin üretim sürecine katıldığı bir atmosferi vardır. TRT ülkemizde yayıncılığın atası bir kurum olarak niteliği her dönem önde tutmaya çaba harcamıştır. İnsan ilişkilerin işin dinamik ve stresli yapısından etkilenmemesi düşünülemeyeceğinden, yayıncılığın doğası gereği zaman zaman iletişimin kısa devre yaptığı da olur. Bütün bu sosyal kısa devre yapmalar zamanla bir latifeye dönüşür ve şamata konusu olur. Sonuçta bugün “Ercü Usta”’yı uğurlamaya gelen bütün çalışma arkadaşlarının yüzünden okunan derin keder; hayatta kendinden başka hiç kimseye zarar vermemiş iyi bir insana duyulan sevginin bir ifadesiydi. Her TRT’cinin kendi dünyasında farklı bir Ercüment Gürsoy’u vardır. Çünkü Ercüment Abi ele avuca sığmaz karakterdeydi. Erken yaşta atıldığı hayat mücadelesi içinde büyümüş ama “içindeki çocuğu özellikle öldürmemiş” nevi şahsına münhasır, içi dışı bir, güzel bir adamdı.
“Nasılsın morukcuğum, İyiyim Ercüment, Burada mı oturuyorsun, Evet abi vaktin varsa buyur bir kahvemizi iç… Hoş geldiniz Faruk Bey, Hoş bulduk Servet Bey, tanıştırayım Ercüment Bey bizim abimiz,arkadaşımız, dostumuz. Emekli prodüktör, yönetmen, kurumumuzun usta ve duayen yönetmenlerinden, Estağfurullah kardeşim o sizin teveccühünüz, Memnun oldum Ercüment Bey! Ahmet buraya bak oğlum!(Kafenin sahibi uzaklaşır),Nasıl bir kurumsal kültür adamı çıktın lan sen, Bu ne ki haberim olsa kırmızı halı bile serdirirdim usta, Yok morukcuğum be eskide kaldı ustalık, inşallah gelecekte sizler daha verimli olur daha iyi işler yaparsınız, Dur daha en verimli çağındasın abi, ömrüne bereket, altmış dediğin yaş mı abi…”
Laf lafı açıyor ve sözün enginliklerinde zihin turumuz uzadıkça uzuyor.
Farklı düşünsel kulvarlardan gelsek de; ne kadar Karadenizli esprisi ile “ben tedavi oldum “dese de o bir Trabzon çocuğu, ben Kars’ın evladı olarak Atatürk’ün işgalden kurtardığı bu kutlu şehirde, etraftaki insanların sevgi ve merak dolu bakışları altında konuşuyor konuşuyorduk, nefesimiz tükenmiyor yorulmuyorduk. Karanlık çökmese, mecburiyetlerimiz olmasa kalkıp bir yere gideceğimiz de yoktu. İnce zekâsı ve derin birikiminin ürettiği esprilerin ortamda yarattığı kahkahalar arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün hedef olarak gösterdiği kutlu geleceğe akıyordu cümlelerimiz: “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür insanlar Türkiye’sine…”
Cemal Süreya’nın son şiirinde dediği gibi “her ölüm erken ölümdür” fakat senin gidişin hem erken hem konduramadığımız bir ölüm oldu be usta.
İyi bilirdik, aziz ruhun şad olsun.