Zübeyde Hanım Anlatıyor: Oğlum Mustafa”nın son satırlarını yazıp, yayınevine göndermeye hazırlanırken, haber Samsun’dan geldi. Aşağılık ruhlular, Heinrich Krippel’in görkemli yapıtı olan Atatürk heykelini, iple çekerek yıkmaya çalışmıştı. Samsun halkının tarihe ve gelecek kuşaklara armağan ettiği anıt, valilik resmi sayfasındaki bilgilere göre 15 Kasım 1931’de Almanya’dan Samsun’a ulaşmış, 15 Ocak 1932 Cuma günü saat:14.00’de büyük bir törenle açılmıştır. Estetiği yanında, tanımladığı değerlerle de muhteşem bir emek ve saygı toplamıdır, bakmaya doyulmaz.

 İşin sanatsal boyutuna, ahalinin heykelle bitmeyen sınavına girmeyeceğim. Sayfalarca yazılmaya gayet elverişli bir sefalettir. Başöğretmenin “Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur”sözüyle yetinerek, konuyu başka bir boyuttan irdelemeye çalışacağım.

 Anıta bağlanmaya çalışan o ip, aynı zamanda gericilik, saygısızlık, ahlaksızlık çıtasının nerelere kadar yükseldiğini, bunun için harcanan rezil çabaları da özetlemektedir.

 O ip, Gazi’nin Rüştiye yıllarından beri peşindeydi. Kimi zaman kurşun, kimi zaman bomba, kimi zaman fetva, kimi zaman gazete yazısı ya da vaaz, kimi zaman başına ödenecek mükâfat çağrıları olarak göründü. Ömrü boyunca Gazi’yi yakalamaya ve yok etmeye çalıştı. 14 Haziran 1926’da planlanan ve tarihe “İzmir Suikastı” olarak geçen hadise, bunlardan yalnızca biridir. Amaçlanan yalnızca bir insanı öldürmek değildir kuşkusuz. Gazi’nin simgelediği tüm değerler silsilesini yok etmek, her türlü verimini ortadan kaldırmaktır.

 Bu teşebbüsler, gerekçe çıtasının nerelere kadar yükselebileceğini gösterirken, aynı zamanda alçaklığın sınırsızlığını da kanıtlar. Münferit, meczup, akıl hastası, cahil, serseri etiketleriyle faili paketleyip, hadiseyi büyütmememizi tavsiye eden zihniyetler, o ipin ucundan tutanlar ve çıtaya her gün yeni bir konum arayanlar safında değillerse, önce bu gerçeği kabul edip, yüksek sesle dillendirmek ve gereğini yapmakla sorumludur.

Çünkü her suikast, belirli bir program, plan, taktik çerçevesinde hazırlanır ve uygulanır. İnsan sormadan edemiyor: bu akıl hastalarının ve meczupların tek derdi Gazi ve Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş, demokrat, laik ve sosyal hukuk devleti değerleri midir?

Provokasyon? Elbette var ve buram buram pislik kokuyor. Elbette tuzağına düşmemek gerekiyor. Elbette bir değeri savunurken, bir başka değere saldırmamak, kirletmemek gerekiyor. Bir öç ve kin iklimi yaratıp, kendinden olanları “dokunulmaz” ilan edip, kendinden olmayanları hedef göstermemek, hakaret etmemek, bulduğun yerde yok etmeyi malum ve makul kılmamak gerekiyor. Çıtanın nerelere yükseldiğini görmeden, bu manzaradaki yerimizi ve bilinçli ya da bilinçsiz dahlimizi düşünmeden, ipi tutanı yakalayıp cezalandırmak bir işe yarar mı?

Alçak o iple, çıtanın oraya kadar yükseldiğini düşünerek Gazi’nin anıtına tırmandı. Mutlaka, kim olduğuna, kimler tarafından kullanıldığına ve işin nereye kadar uzanacağına bakılmadan yakalanıp cezalandırılmalı. Ama tek suçu da, ipin yerine kalem, mikrofon, bilgisayar; anıt yerine kürsü, masa, salon, meydan, cami, radyo, televizyon, gazete kullanmamak olmamalı.

Ulusal bir simgeye, toplumsal aidiyetlerimizin en önemli öznesine yapılan vefasızlık, saygısızlık, saldırganlık elbette bağışlanamaz. O ipin ellerine ayaklarına dolanması, hukuk, adalet, demokrasi duvarına çarpması gerekir. Çıtayı bu kadar yükseltip, onu pervasızlaştıran nedenleri görmeden, hadiseyi gündelik kriminal magazine indirgemek, benzerleri gibi hiçbir işe yaramayacaktır. O çıtanın, aklı, bilimi, sanatı, insan haklarını, özgürlüğü ve bağımsızlığı, çağdaşlığı ve laikliği hiçlemeye çalışanlar sayesinde yükseldiğini görmek ve göstermek gerekir. 100. Yılına sayılı günler kala, bize bunları düşündüren, yazdıran, konuşturan nedir, düşünmek zorundayız. Bunları değil de, “halk böyle istiyor” teranesini yeğliyorsak, Cumhuriyetimizin temellerine ip atanlardan, üstüne çıta çakanlardan niye sızlanıyoruz ki?