Ülkemiz, bölgemiz ne kadar güzel, ne kadar değerli. Sadece sevgi gözünden bakmanız bile onun değerini anlamaya yeter. Karaburun Yarımadası da doğal, vahşi güzelliği ile en sevdiğim yerlerden...

Geçtiğimiz hafta İstanbul’dan konuklarımız vardı. Karaburun Nergis Festivali ile şenlenen Yarımada'da biz de keyiften payımızı aldık. Dondurucu soğuğa karşın, bölgenin güzelliklerini yaşadık, tarihin içinde güzel bir geziye çıktık. Eskiden Karaburun’a gitmek bir ızdıraptı. Hem de ne ızdırap. Kıvrım kıvrım daracık yollarda ilerlemek aracı kullanana için kolay değilken, aracın içindeki yolcular için de o kadar yorucu oluyordu. İzmir-Çeşme Otoyolu'nun İçmeler ayrımından çıktıktan sonra, kısa bir süre Eski Çeşme yolundan gidip, Yüksek Teknoloji Enstitüsü kavşağından Karaburun’a dönüyorsunuz. Yeni yol yapıldıktan sonra, artık Karaburun’a gitmek kolay.

KARABURUN TURU

Biz de cumartesi günü havaalanından Karaburun’a doğru yola çıktık. Uçağın bir buçuk saatlik gecikmesi nedeni ile ilk durağımız Karaburun İskele’deki Number One Restoran. Dışarısı soğuk, ne dert? Şömineyi yakmışlar, görüntüsü bile insanın içini ısıtmaya yetiyor. Tertemiz masa örtüleri, kibar garsonlar. Bölgeye has mezeleri, tazecik salatası. Karnımız aç, hem de kurt gibi acıkmışız. Almanlar “En iyi aşçı, açlıktır” der. Hele sıcak patlıcan, damakta patlama yarattı. Ayıptır söylemesi, ızgara balığımızı ve tatlımızı da yedikten sonra, şöminenin karşısındaki kahve keyfimiz bize turu bile unutturdu. Sahilde kısa bir yürüyüşün ardından kendimizi sıcak aracımıza attık. Şimdi hedef Yeni Liman. Karaburun’un merkezine girmeden Sarpıcık’a doğru devam ediyoruz. 5-6 km. sonra en sevdiğim yer, Yeni Liman’dayız.

YENİ LİMAN BİR BAŞKA

Tenekelerin içinde ateşler yakılmış. Nergis stantları açmış köylüler ısınmaya çalışıyor. Stantlarda sadece mis kokulu nergisler mi var? Taze kekikten adaçayına, arapsaçından adını bilmediğim otlara kadar, doğadan toplanmış çeşit çeşit zenginlik. Mevsimin son mandalinaları, biraz önce ağaçtan toplanmış sulu, mis gibi kokan limonlar. Bir limondan bu kadar su çıkar mı? İnanılacak gibi değil. Üstelik dolapta aylarca bozulmadan kalabiliyor. Balıkçıların kendi tuttukları 1.5-2 kiloluk çipuralar, buraya özgü kefal balıklarında gözüm kalmadı desem yalan olur. Alışveriş ve nergislerle fotoğraf çektirme faslı bitince, gelsin sıcacık çaylar. Yemekten eni kalktık ama, karşıdaki Rizeli ailenin fırınında her zaman olan portakallı çörekler de çok çekici. Hepsini yiyemesek de bölüşürüz. Bu fasıl da bitti, şimdi Karaburun Nergis Festivali bizi çağırıyor.

TARLALARDA NERGİSLER

Sağımızda solumuzda nergis tarlaları. Kimisinin çiçekleri tamamen toplanmış, kimisinin tek tük nergis çiçekleri hala üzerinde. Bazı tarlara da daha dokunulmamış. Hemen aracımızı durdurup fotoğrafını çekiyoruz güzelim nergis tarlasının ve nergislerin. Burada çok dikkatli olmak lazım. Bunlar Hüdai nabit, yani doğal olarak çıkan bitkiler değil. Köylü soğanını satın alıyor ve tarlasına dikiyor. Önce toprağın üzerinde görünen bitki, daha sonra bu mis kokulu efsane çiçeklerle bezeniyor. Bu nedenle asla nergis tarlasının içine girmemek lazım. Burası onların ekmek teknesi.

Karaburun merkeze vardık. Polis haklı olarak yolu araç trafiğine kapatmış, yayalar rahat hareket etsin diye. Sağlı sollu kurulan stantlarda ne ararsanız var. Sadece bu bölgede yetişen Hurma zeytini de var, yine buraya özgü keçi sütünden yapılan Kopanisti peyniri de. Börekler, çörekler, kavanozlarda reçeller, turşular. İnsanın başı dönüyor, ne tarafa bakacağını bilemiyor.

TEZGAHLAR NERGİS DOLU

Tam merkezde buram buram nergis kokularının yükseldiği tezgahlar açılmış. Tam bir görsel ve burunsal (!) şölen. İnsanın hepsini alası geliyor. Koca bir sahne kurulmuş belediye tarafından, ama henüz konser veya etkinlik yok. Ama aşağı taraftan gelen davul ve zurna sesi içimizin kıpırdamasına neden oluyor. Keyifli mi keyifli bir durum anlayacağınız. İçimizdeki alışveriş canavarı sürekli dürtüp duruyor. Bunu da al, bunu da al diye. Ama bizi etkilemesine izin vermiyoruz. Yavaş yavaş dönüş yoluna geçmemiz gerekiyor. Karaburun’un şirin köyleri bizi bekliyor. Ana yoldan ayrılıyoruz, bir kilometrelik bir yokuş bizi eşsiz manzarası ile İnecik köyüne götürüyor. Benim en çok sevdiğim köylerden biri. Tarihi camisinin terasından denize baktığınız muhteşem bir manzara sunuyor size. Her zaman samimi olarak ağırlandığımız manzaralı köy kahvesi bugün kapalı. Herhalde soğuktan. Her zaman görmeye alışık olduğumuz Pala dayı da yok bugün burada.

ZEYTİN OKULU

Bu arada gözümüze takılan prefabrik Zeytin Okulu binası hemen caminin alt terasında bulunuyor. Zeytince Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği tarafından açılan okul İnecik köyü ve çevredeki köylere bilgi ve iş gücü yardım desteği veriyor. Yaz aylarında burada kamp yapan gönüllü gençler köylülere yardım ediyor, zeytin, ekolojik yaşam ve doğa eğitimi alıyorlar. Sıcak yaz günlerinde kütüphanede ve plajda geçirip, akşamları da kamp ateşi etrafında yemek yiyorlar, müzik yapıp eğleniyorlar.

Güzel taş evleri ile İnecik köyüne veda edip, hemen üst tarafındaki Kösedere Köyü'ne varıyoruz. Bölgenin en yüksek köyü. Küçücük köy meydanında tipik kahvehane, soğuktan boş kalan stantlar ve nefis bir tarihi cami. Minaresi ayrı güzel, içi ayrı güzel. Camide kimse yok ama, anahtarı üzerinde. Ayakkabılarımızı çıkartıp, önce dış kapıdan, ardından da namaz kılınan ana bölüme geçiyoruz. Kösedere Camisi birkaç yıl önce esaslı bir tadilat ve restorasyondan geçti. İnşaat halinde iken de içeri girip bakmıştım. Temiz bir işçilik yapıldı. Caminin kalem işi süslemelerinin yanında, üç boyutlu, yaldızlı süslemeleri de camiye çok ayrı bir hava veriyor. Hele hele kadınlar mahvilinin altındaki manzara resmi de, camilerde görmeye alışık olmadığımız bir süsleme.

SOBA TASARIM HARİKASI

Şimdi çay zamanı. Pırıl pırıl bir kahvehane, çay ocağı ayrı güzel. Kitapların olduğu bir kitaplık dikkati çekiyor. Burası kadın ve erkekler tarafından kullanılıyor. Herkes son derece mutlu. Ortada yanan kocaman odun sobası ortamı sıcacık yapıyor. Kahvenin sahibinin yaptığı bir buluş ise herkezi hayran bırakıyor. Bir pedal ve pedala bağlı kol sobanın üstündeki kapağı açıp kapatıyor. Böylece kimsenin eli yanmadan rahatça odun atılabiliyor. Çay kahve keyfimiz tamam, ısındık da, tekrar yola çıkma zamanı. Kösedere’den yola çıkıp, deniz manzaralı mezarlığın önünden geçip Eylenhoca köyüne bir selam verip, tekrar ana yola çıkıyoruz.

ESKİ MORDOĞAN KÖYÜ

Yolumuzun üstündeki Mordoğan’a girmeden hemen önce Eski Mordoğan tabelasının gösterdiği yöne saparak 2-3 km sonra köye varıyoruz. Köyde eski okulu etnografya müzesine dönüştürmüş emekli öğretmen Müesser hanım. Müesser Aktaş, kendi ismini verdiği müzesini hem kendi ailesinden yadigar kalan, hem de uzun yıllardır topladığı eski eşyaları biriktirerek oluşturmuş. Bir de 14. Yüzyıl'da yapılmış Ayşe Hatun camisi var. Söylenceye göre amansız hastalığa yakalanan Ayşe hanım, öleceğini öğrenince çeyizlerini satmış, üzerine düğün parasını da ekleyip camiyi yaptırmış. Bu nedenle de caminin içindeki kalem işi süslemeler, aynı genç kız çeyizlerindeki oyalar gibi. Köy meydanından yukarı doğru çıkarsanız, pek de konforlu olmayan bir yoldan bir kaynağa ve su birikintisine ulaşıyorsunuz. İşte burası Narkissos efsanesinin doğduğu yer. Sorun bakalım “Nedir bu Narkissos Efsanesi?” diye.

NARSİST NARKİSSOS

Efendim, yakışıklı mı yakışıklı Narkissos adlı bir çoban yaşarmış bu dağlarda. Bütün kızlar, hatta peri kızları bile buna aşıkmış. Ancak o kimseye yüz vermezmiş. Onun gibi çok güzel bir peri kızı olan Echo ilk görüşte aşık olur bizim çobana. Ancak bizim kibirli, yakışıklı çoban yanına gelen Echo’nun yüzüne bile bakmamış, çekip gitmiş. Echo buna çok üzülmüş, günbegün erimeye, kara sevda çekmeye başlamış ve kendini dağlara vurmuş. Ölünce kemikleri kayalara dönüşmüş. Olimpos Dağı'ndaki tanrılar buna çok kızmış ve Narcissus’a ceza vermeyi kararlaştırmıştır. “Madem başkalarını sevmiyor, kendisini sevdin o zaman”demişler. Sıcaktan bunalan Narkissos her zaman su içtiği su birikintisine gelmiş. Tam eğilip su içecekken kendinin aksini görmüş suda. Aman Allahım, bu ne güzellik. Gözünü alamamış kendinden, hareket edememiş, donmuş kalmış. Adeta su birikintisinin kıyısındaki kayalara yapışmış. Yavaş yavaş eriyip suya karışmış. Daha sonra oraya gelen köylüler, yakışıklı çobanın giysileri ve nergis çiçeklerini bulmuşlar orada, misler gibi kokan. İşte bu dünya güzeli, mis gibi kokan çiçeğin adı Narkissos’tan geliyor. Haa kendini çok beğenenlere ne mi deniyor? Onlara da “Narsist” diyoruz tabi. Peki güzel peri Echo ne oldu? Onu da merak ederseniz, dağlara gidin, vadilere doğru seslenir. Echo size mutlaka cevap verir. O bir dağda değil, tüm dağlardadır. Her vadide mutlaka ekosu size döner. İşte böyle. Öyküler olmasa, söylenceler anlatılmasa ne kadar yavan olurdu yaşamımız düşünsenize. Yaşamımızı renklendiren, bizi bilgilendiren, günlük yaşamın zorluklarından bizi alıp çıkaran ve hayal dünyasında geziye çıkartan öykülere ne kadar teşekkür etsek azdır. Gidiş yolumuz olduğu gibi, dönüş yolumuz da Balıklıova Köyü'nden geçiyor. Eski adı Polikhne olan Balıklıova ve Börklüce Mustafa başka bir yazımızın konusu olsun.