İster kızın, ister çarpıtın, ister ötekileştirin, isterse de akla gelmeyecek her türlü yol ve yöntemi deneyin, bir gerçeği değiştiremezsiniz: bugün yeryüzü ve ülkeleri yaşamlarını, çoğu zaman birbiriyle çelişen iki düzlemde sürdürmektedir. Bunlardan biri devlet ve o devleti yürütmekle sorumlu seçilmiş ve atanmışlara egemen olan siyasal sistem (yasalar, kurumlar, pratikler vb), ikincisi insanlığın uğruna kan göllerinden, ateş çöllerinden, diyalektiğin önlenemez gidişatından, bilimin, aklın ve etiğin süzgecinden geçerek insanlığa sunduğu Evrensel İnsan Hakları. Bu haklara doğa haklarından bu yürüyüşün anımsatıp olmazsa olmaz konumuna yükselttiği her hak çeşitliliğini de eklemeliyiz.
**
Yeryüzü ve insanlık tarihi, bu bağlamda ne salt kahramanların boy gösterdiği hamaset alanı ne salt yengi ya da yenilgiler manzumesi ne de güçlü olanın kazanımlarıdır. Asıl tarih, yukarıda özetlemeye çalıştığımız düzleme yaklaşımların yazdığı bir insanlık öyküsüdür.
Türkiye Cumhuriyeti de bu düzlem, ilişki ve sonuç üstüne kurulmuştur. Kuşkusuz temelinde destansı bir kurtuluş ve kuruluş süreci vardır. Salt bununla yetinmek vahim bir eksiklik, diyalektik gelişmeyi boğmaya çalışmaktır. Kurucu irade, sonu tarihin karanlık dehlizleri olan ve yüzyıllarca süren bir imparatorluktan, bu yıkımın her türlü nedeni ve çözümü üstüne düşünce ve pratik üretip uygulamaya sokma mücadelesine girmiştir. İşte bu noktada neden kadın haklarından eğitimin çağdaşlaştırılmasına, laiklikten kültürel ve sanatsal gelişmişliğe uzanan bir “yeni toplum”yaratma çabasına giriştiğini anlamıyorsak, biz bu ülke özelinde tarihi, coğrafyayı, insanı, toplumu ve nihayet Cumhuriyeti ya cehaletin körlüğü, ya taammüden inkâr ve düşmanlığın hıncı içinde okuyor ve değerlendiriyoruz demektir. Çıktığı yumurtayı beğenmeyenler tayfası ile ikinci gruptakilere servis elemanlığını tercih edenlere değinmek bile istemiyorum.
**
Her devlet ve sistemi statükoyu, protokolü, koşulsuz sadakati, mutlak riayeti dayatır, gözetir ve bunların korunması için yasalar, kurumlar oluşturur, pratikler (ceza, ödüllendirme, toplumdan soyutlama, idealleştirme, din ve milliyet ölçütleriyle üstün görme ya da küçümseme, eğitimden basına uzanan her türlü donanımla kamuyu yönlendirme) uygular. İnsanlık bu tavrın ve uygulamanın başına açtığı dertlerden kurtulmak için, binlerce yıllık arayışın ve mücadelenin sonunda, devletin ve sistemin kontrolünün nasıl yapılacağını, onu idare edeceklerin nasıl belirleneceğini, insan ve toplum ve nihayet büyük insanlık ailesi olarak hangi ilke, değer ve erdemlerle yaşayacağını bulmuştur. Evrensel İnsan Hakları yanında, laiklik, çağdaş hukuk, eşitlik, üretim ve paylaşımda adalet, egemen sınıfın tahakkümünü dizginleme ve nihayet iptal etme, akla ve bilime dayanan eğitim, demokrasi ve bunların olmazsa olmaz hak ve sorumluluklar gibi kavram ve pratikleri biz bu serüvene borçluyuz.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun 100. yılını bitirip, sonraki yüzyıldan gün almaya başlamışsa, bu serüvenin bu topraklar üstündeki başarısındandır. “Bitirme” sözcüğü yerine kolaylıkla “hala nefes alabiliyorsa” diyebiliriz. Öncelikle bunun değerini bilmek gerekir. “Şöyle olsaydı, böyle olsaydı” gibisinden sızlanmaların ya da efelenmelerin anlamsızlığı yeterince kanıtlanmıştır. Doğru tarih okumasının gereği dünü düzeltmek, yeniden yazmak, yeniden oluşturmak, dünde çakılıp kalmak değil; yarını kurmak adına dünden ders almak, yanlışlarda ve eksikliklerde ısrar etmemek, dünün bugünde karşılığı olan ve yarına yürümeyi cesaretlendiren, kolaylaştıran birikimlerini korumak ve geliştirmektir. İğne çuvaldız misali gidecek olursak, bugün kurucu iradenin ideallerini ve uygulamalarını her açıdan iptal etmeye çalışan ve Cumhuriyeti dönülmez bir yola sokmaya çalışan gerici yaklaşımlarla, yukarıda özetlemeye çalıştığım çarpık tarih ve gelecek algısını ilericilik sayan ve aslında gericilerle aynı safa düşüren zihniyetlerin birbirinden farkı olabilir mi?
**
Bırakalım devleti, sistemi ve her biri tartışılmayı hak eden reflekslerini korumayı, akıl almaz talepler, dayatmalar ve oldubitti cingözlüğüyle var olan niteliklerini bile dönüştürmeye çalışan ideolojiye itirazın ilk koşulu, bu algıya sahip olmaktır. Yaklaşan seçimleri bir demokrasi müsameresinden çıkarmanın tek yolu: “Neyi seçeceğim ve neden?”sorusuna verdiğimiz yanıttan geçmektedir. Kitap, “Bu sorunun yanıtı için, insan, birey, yurttaş, halk ve toplum olmak gerekir” diyor. Bizim ne dediğimizi görmek için, sayılı günler yaşıyoruz.