Günahının alındığını söyleyenler de vardır, ama biz Orta Çağ'ı bir karanlık cehennem olarak biliriz. Bu karanlığın adı: yobazlıktır. Yalnızca dinler arasında yaşanan, kısaca Haçlı Seferleri olarak adlandırılan bir dönem değil, Avrupa kentlerinin sokaklarını kan deresine çeviren, mezhep savaşlarının bir gecede yüz binlerce insanı katlettiği, otuz yıl, yüz yıl süren savaşlara tanıklık yapan bir çağdır. Orta Çağ, yalnızca dinsel boğazlaşmaların değil, bilimin, sanatın, insanlığa açılacak her kapının üstüne çullanan, Engizisyon Mahkemelerinde insanlığın en yüz kızartıcı suçlarının işlendiği, nefretler çağıdır. Yobazlıkla Krallıkların ve İmparatorlukların it dalaşı, insanlığa leke üstüne leke sürmüştür. İnsanlık ise bin bir acı yaşarken, iktidar savaşı veren iki odağın nasıl olup birleştiklerini ve korkunç bir koalisyonun nasıl oluşabildiğini anlamamıştır. Biz bu genel özeti, döneme tanıklık yapmış, itiraz etmiş ve çoğu bedel ödemiş büyük insanların, bugüne kalmış yapıtlarından yola çıkarak yapıyoruz.
Aklını yitirmemiş, ruhunu satmamış, ahlak ve vicdan sahibi her insan için, Orta Çağ'da yaşananlarla günümüzü kıyaslamak ve çıkarımlarda bulunmak, çok kolaydır. Kuşkusuz "nüanslar" vardır, yöntemler değişmiştir. Değişmeyen tek şey "büyük koalisyonun" dünyaya tebelleş olmakta ısrarı, tıkanmaya yüz tutmuş varlığını korumak ve sürdürmek için yaptıklarıdır.
Yine en korkuncunu tercih ettiler ve bunun bedelini tüm insanlığa ödetmekteler. "Din" ve "Köken" silahını zaten asla gömmemişlerdi. Sistemlerinin tıkandığını gördüklerinde, bu silahları yıkadılar, yağladılar. Bu silahları acımasızca, dünya halklarının ellerine tutuşturup, birbirlerine çevirmelerini sağladılar. Yeni aktörler, toplaşmalar, çeteleşmeler yarattılar. Yeryüzünün geri bıraktıkları bölgelerinde, mezhep diyerek, etnik köken diyerek, kadim toprakları birer mezbahaya çevirdiler. Kimliksizliğin, kişiliksizliğin, "ben de varım" demenin yolunu yöntemini çoktan elinden kaçırmışların aşağılık duygularını okşadılar, kışkırttılar. Orta Çağ’ın dirilmesinden medet umdular.
Çullandıkları ülkelerde yeni Engizisyonlar, yalandan ve alçaklıktan beslenen kumpaslar, onlarca yıl süren ve bölgeleri birbirine düşüren, yabancılaştıran, binlerce yılın kardeşlik tutkalını çamura çeviren aşağılık tezgahlar kurdular. Bunu yaparken, o coğrafyalarda bilimin, sanatın, adaletin, doğanın bağışladığı, tarihin emanet ettiği zenginliklerin mahvedilmesine aldırmadılar. İşbirlikçilerine makamlar mevkiler verip, alkışçılarını semirttiler. Emeğin, insan haklarının, örgütlenmelerin önünü kestiler. O coğrafyaların insanlarına, var olmak için bağnazlıktan, ırkçılıktan, boş inançlar peşinde savrulmaktan, günü kurtarmak için köleleşmekten başka bir şey bırakmadılar. Ama neyleyelim ki, insansız ve insafsız sistemleri, her gün biraz daha batağa saplanacaktı. Saplandılar.
Niçin semirtildiğini, sırtının niye okşandığını, eline niye silah verildiğini düşünmeyen ilkellik, şımardı, küstahlaştı, kabına sığmaz oldu. Cihada kalkışabileceğini, dünyayı belirleyebileceğini, bütün bunlara hakkı olduğunu düşünmeye ve davranmaya başladı. Korkunç katliam örnekleri yarattı. Küresel sistemin bunu öğrenmesi için, uygarlık merkezlerinde, şaşaalı kentlerinin kalbinde, yetiştirdikleri katiller tarafından yüzlerce insanın öldürülmesi mi gerekiyordu? İstihbarat ve güvenlik mekanizmaların ne kadar zavallı halde olduğunu, görmeleri şart mıydı? Başka ülkelerdeki şok ve paniği anlamak için, Paris Katliamını yaşamaları mı gerekiyordu? Sorun ve soru, elbette bu kadar değil.
Bugün bunları konuşmanın, tam sırasıdır. Haftaya sürdüreceğiz.