Buca Cemevi avlusundan, “Benden bu kadar, haydi biraz da siz çalışın!” deyip gitmenin üstünden dört gün geçti. Ardından güzel yazılar yazıldı, güzel sözler söylendi. Hepsi bu kadar mı olmalıydı, kim bilir? Neylersin ki, sevgilerin, vefaların, gerçeğin ve yalnızca gerçeğin dile getirilmesi konusunda hayli kekeme, esef verecek kadar “konjonktürel”, hiç olmazsa bir özür dilemeyi unutturacak kadar tuhaf demlerden geçiyoruz. Sus, ne diyeceğini biliyorum: “Salla be Haluk Hocam!” Tavsiyene uyuyor, bu bahsi geçiyorum.
***
Beşiktaş, bu yıl Sergen rüzgârıyla bir şeyler yapacak gibi. Cenk de geldi, gollerine başladı. Ama söylediğince, her alandaki kalite gibi futbol da yerlerde. Halis Karataş yüzünden dün beşte kaldım, sorsaydım sağlam bir at verirdin kuşkusuz ve biz o ayağı geçip ötekinde yine tepetaklak olurduk. Haberin olsun, körfez vapurlarının birine Nazım Hikmet’in adının verilmesi konusunda, geçenlerde yine yazdım. İnciraltı Kent Ormanı’na Şair Babanın adının verilmesini istemiş, Buca’nın ötelerinde kurulacak olan yeni ormana verileceği konusunda söz almıştık ya, bilmem olur mu olmaz mı? Homeros, Çaka Bey ve İzmir’e yakışır 9 Eylül anıtlarının dikilmesi gerektiğini de yeniden ısıtıp yazdım, bilesin.
Oktay, zaten son derece zamansız (hangi zamanlıdır ki?) gidişinin hüznünü, özellikle birkaç güne sıkışmış buluşma olanaklarımızın heba olmasının üzüntüsü eklendi. Hep “Topla şu şiirlerini artık, yayınla be hocam!” deyip dururdun ya, işe İzmir’imizden başladım. “Bir Kentin Gizli Tarihi” yayınlandı. Merak etme, “Söz Yetmez” de var içinde, hatta arka kapakta “Sen 9 Eylül dersin iki kelime” diye başlayarak, fiyakalı biçimde duruyor. Herhalde bundan sonra Nazım Hikmet’in, Can Yücel’in, Cemal Süreya’nın şiiri olarak anılmayacak, önüne gelen yalan yanlış paylaşmayacaktır. Ama ne kafa bulurduk o tiplerle! Kimseler bilmez o şiirin öyküsünü ve senin bu öykünün asal kahramanlarından biri olduğunu. 2008’in 9 Eylül’üydü. Büyükşehir olarak, Cumhuriyet Gazetesi Ege Bölge Bürosu ve sevgili Serdar Kızık’ın imecesiyle (bir örneği daha yoktur!) özel bir dergi yayınlamıştık.
***
Sen “Hocam şu dergide bir de şiir olsa…” demiştin de, o anda kafamda bir ışık yanmış, senden bir gecelik izin istemiştim. Ertesi gün dergi matbaaya, o şiirle birlikte gitmişti. Cumhuriyet Meydanı'ndaki 9 Eylül kutlamalarında (bir daha benzeri bilmem nasıl yapılır?) senle ben sunucu kürsüsünün dibinde yorgun argın dururken, Aziz Kocaoğlu’nun bizden habersiz şiirimi okuduğunu anımsarsın. Nasıl şaşırdığımızı, basın danışmanı Reşat’ın koşarak gelip, “Abi, herkes başkanın okuduğu şiirin kime ait olduğunu soruyor!” demesi üstüne “Benim…” diyebildiğimi, törenden sonra o keyfi iki birayla kutladığımızı da anımsarsın. Haklıydı ahali, çünkü o şiir imzasız yayınlanmıştı.
Laf lafı açtı Oktay, kısaca öyle zamansız çekip gittin ki, adına imzaladığım ve iki kadehlik şenliğimize gerekçe olacağını düşlediğim bu kitabı, ben şimdi ne yapayım sevgili arkadaşım? Buca Cemevi'nde bir dost sokulup, “Önümüzdeki hafta sana gelecektik. Oktay Hoca, gidelim nicedir görüşmüyoruz, çok özledim demişti” diye içime ateşler düşürmez mi? Ben şimdi seni nerelerde bekleyeyim ya da başka çare yok, sen benim gelmemi bekleyeceksin sevgili yoldaşım. Unutmadan, nice meşakkatle çıkardığın dergi için, ikinci yazıma başlamıştım. Söyle Oktay, ben şimdi yarım kalmış o yazıyı nasıl tamamlayayım!
***
Kahırla, yakınmayla, “keşke”lerle, ağlak bir yazı döşenmek değil niyetim. Her giden, bizi kendimizle, tıynetimizle, ettiklerimiz ve söylediklerimizle baş başa bırakır. Senden kalan yurtseverlik, iyi niyet, ancak “bilenlerin” hakkı olan inadın, sözünün ve ürünlerinin doğruluğundan beslenen duruş, geride kalanların alayına bıraktığın değerlerdir. Yazıp, bir kentin ve ülkenin bugününü ve yarınlarını okuma sorumluluğu ile davranma tutarlığına sahip olması gerekenlere bıraktıkların, birer kilometre taşı olarak durmaktadır. Yok sayılamazlar, görmezden gelinemezler. Bu bağlamda başta öğrencilerin, hepimizin ve bu kentin sana olan borcunu ödeme ve minnetini dile getirme sorumluluğu vardır. Oktay, köşe bitti yazacaklarım bitmedi. Beis yok, başım sıkıştıkça sana yazacağım değerli hocam.
Ne diyor Usta: “Yürek değil be, çarıkmış bu manda gönünden…” Seni “Haydi gidelim Oktay” diyen yüreğinden öpüyorum, sevgili yoldaşım!