Ağır, travmatik bir yıkımdan geçtik. İzmir’in “depremler tarihi”ne, 115 canımızın acısıyla, binlerce insanımızın fiziksel ve ruhsal açıdan yaralanmasıyla, umarım ve dilerim ki çıkarılacak dersleriyle yeni bir sayfa eklendi. Gündelik siyasetin batağına gömülenlerden acılardan kese doldurmayı düşünen alçaklara, bir ülkenin akıl ve duyarlık kalibresinin nelere yol açtığını görmekten “bir daha asla” iradesinin harekete geçip geçmeyeceğine, işte sana bir sürü fotoğraf, soru, sorun ve sorunsal. Çözüm akıldan geçiyor kuşkusuz, duyarlıktan, bilgiden, bilimden, arabesk cıvıklığı ve yobazlığı reddetmekten geçiyor. Kentlerin dokusunu, toprağını, coğrafyasını, doğadan ve tarihten payına düşenleri özümsemekten, içselleştirmekten, mümkünse saygıdan, barışmaktan ve çağdaş toplumlara yakışır biçimde değerlendirmekten geçiyor. İzmir, İzmirlilerden sevgi ve bilinçten beslenen “aidiyet” ile gereklerini istiyor.
Şimdi bütün bunları bir daha anımsayarak, yaraları sarma demlerindeyiz. Bu yazı, işin kültür ve sanat boyutuna dair düşünce ve önerilerden söz etmeye çalışacak. Köşe yazarlığı serüvenimde, bu bağlamda yüzlerce yazım vardır. Bilhassa ilgili, yetkili ve sorumlu kesimin suskunluğunu ibretle, okurlarımızın ilgisini de saygıyla anımsıyorum. Herkese, bir gün “Sen o günlerde ne dedin, ne yaptın?” diye sorduklarında, söylediklerini, ettiklerini, yazdıklarını gösterebilmenin gönül rahatlığını dilerim. Giriş yeter, konumuza gelelim.
Yaralarımızı sarmak, kuşkusuz salt bir “müteahhitlik” sorunu değildir. Düzelteyim, her şey belki de müteahhitliğin ne demek olduğuyla başlayacak, peşinden mesela “Kentsel Dönüşüm” tuhaflığının, kent kültürü adına neleri mahvettiğini ve aslında ne anlamaya geldiğini düşünmekle sürecektir. İnsanın midesini bulandıracak çağrışımlar taşısa da, yaralarımızı sarmayı günün moda söylemiyle bir “fırsata” çevirmek, hepimizin amacı olmalıdır. Yaşadığımız deprem, herhalde ve mutlaka kent yapılanmasının çağdaşlık adına temize çekilmesini, tazelenmesini, eksikliklerin giderilmesini akla getirmeye yetmeyecekse, vah acılarla kavrulan yüreklerimize! Kapımıza dayanmış sakilliklere, zevksizliklere, kabalıklara ve pespayeliklere “buyur” dememenin yolu, kentimizin belleğine, dokusuna kokusuna, yok olmaya yüz tutmuş değerlerine sahip çıkmaktan, estetiğine katkı koymaktan geçiyor.
“Fırsata çevirmek” derken, bir yandan yıkılanları insan onuruna, çağdaş devlet olma sorumluluklarına, sosyal yerel yönetim gereklerine yakışır biçimde yapmaktan; bir yandan da bir kent temizliğine girişmekten, yılların ihmal ve ertelemelerini gidermekten söz ediyorum. Birkaç örnek, ne demek istediğimi açıklayabilir.
Biz kadim bir tarihin, uygarlıkların, bin bir rengin harman olduğu İzmir’de yaşıyoruz. O yalnızca barındığımız, beslendiğimiz, ürediğimiz bir yer değil, dünden yarına uzanan bir değerler manzumesidir. İzmir’i önce biz okumak, öğrenmek, yaşamak zorundayız ki, başkaları da öğrensin, tanısın. İşte o zaman bir “çekim merkezine” dönüştürebilir, insanlık bahçesine harika bir çiçek sunmuş olabiliriz. Böbürlenmek gibi olmasın, İzmir yeryüzünde çekim merkezi olarak anılan pek çok kentten daha fazla birikime sahiptir. Bu birikim, birçok açıdan artı değer üretmeye, dikkat çekmeye hazırdır. Ama bunu önce kentlilerin bilmesi, hayatın her alanında karşılaşması, onlara dair bilgi ve bilinç oluşturacakları atmosfer içinde yaşaması gerekir. Sanata başvurmak, yardım istemek zorundayız.
“Homeros’un Kenti” olmanın paha biçilmez değerini bilmiyor, Homeros’un kentin meydanlarında bir heykelini bile koymuyor, adına uluslararası bilimsel-sanatsal buluşmalar düzenleyip, insanlığı İzmir’e çağırmıyorsak, bu mümkün müdür? Sahi, nerede bir zamanlar Gümrük’te kenti selamlayan Çaka Bey heykeli? Bir kültürler-uygarlıklar arası müzenin, ilkçağlardan günümüze çıkaracağı serüveni, neden kimse aklına getirmiyor? Bu ülkenin ekonomik önsözünü yazan İzmir İktisat Kongresi'ni, üç beş metal direkten mamul düzenlemeyle kentliye ve yeryüzüne anlatmak olası mı? Doğru düzgün ve barış duygusuyla yapılmış bir “9 Eylül Anıtı”mız bile yoksa, Kemeraltı ve çevresindeki kültür-inanç-mimari atmosferi yaşayan bir müzeye dönüştürülememişse, hangi fırsat, hangi aidiyet? Konuyu haftaya sürdüreceğiz.