"Başka dünyalarda, en az bizim kadar gelişmiş varlıklar yaşıyorsa, onlarla ancak müzik ve sayılar aracılığıyla iletişim kurabiliriz"
"Derler salı sallanır
Her aptal bunu böyle sanır.
İşin varsa gel başla,
Başlamayan aldanır"
(La Edri)
Antropologlara göre ilk(el) insanlar başlagıçta dörde kadar sayabiliyordu. Sonra, adı unutulmuş bir insanımsı, bir elin beş parmağıyla saymayı akıl etti. İki elin parmakları hesabıyla 10'a, daha sonra da ayak parmaklarını hesaplamaya dahil ederek, 20'ye kadar sayma sorunu çözüldü.
İyi ama kardeşler; sayısal topluluk 20'den fazlaysa?
O zaman çocukları 20'şerlik kümelere ayırdı en eski atalarımız: Farzedelimki; 63 adet köle veya av hayvanı vardı. Kabilenin reisi, iki el ve iki ayak parmaklarını kullanarak, "Birinci yirmi"yi arkasından, "ikinci yirmi"yi, son olarak "üçüncü yirmi"yi ayırıyor, bir de bir tekinin tek parmağını göstererek (Üç yirmi ve bir) toplam sonuca varıyordu.
Pamukkaleli yurttaşımız Epiktetos buyurmuştu ya: "Bir kez sınırı aşan için, sınır diye bir şey kalmamıştır."
Sayma eylemi de, Georges Iprah'ın, dokuz ciltlik dev eseri Rakamların Evrensel Tarihi'ne kadar ulaşmıştı.
Gel gelelim, kimi toplum veya kişilerce, bazı sayılar uğurlu, hatta kutsal, bazı sayılar ise şom ve uğursuz sayılmaya başlandı.
Herkesin "yom"u, "şom"u kendisine göre ama, 7 (yedi) sayısının uğurlu sayı olarak genel kabul gördüğü söylenebilir. Bunun birçok değişik yorumları varsa da, bunda, Tanrı'nın evreni yedinci günde yarattığı inancının etkisi ağırlıklı olasılıktır.
Şu şanssız 13 rakamına gelince...
Bu -zavallı- sayı o kadar uğursuz sayılmış ki; iş numaratajda bu rakamın atlanılması yoluna bile gidilmiş. Ben şahsen, inat olsun diye, konaklayacağım otelde, 13 numaralı odayı isterim. Seyredin siz şaşkınlığı!...
Geride, çok gerilerde kalan bir çıkış öyküsü var bu -olmaz olası- batıl inanışın:
Bir ayın dört haftadan, yani 28 gün sayıldığı çok eski zamanlarda bir yıl; 13 ay ve bir gün oluyordu. (Bu tek gün, ekonoks: gün-tün eşit olduğu güne denk getiriliyordu. İşte o "mübarek" ya da "meşum" gecede, Ana Tanrıçayı temsil eden rahibe, kabile gençleri içinden en beğendiği birisini, tüm gece boyunca, kendi zevkine alet ederdi (!) Ana tanrıça ile münasebette bulunduğu için kutsanmış sayılan zavallı genç, ertesi gün kabilenin diğer kadınları tarafından dövülüp, parça parça edilerek, afiyetle yenilirdi (!) (Yazının burasında, yakışıklı delikanlı okurlara sormak gerekir: O gencin yerinde olmak ister miydiniz, diye!) Çok eski vahşet döneminde böyle yapılmakla toprağın dölleneceği, dolayısıyla bereketin artacağı sanılırdı.
Dahi tragedya yazarı Euripides'in konusu bizim İmolos (Bozdağ) yöresinde geçen Bakkhalar piyesinde, Tebai Kralı Pentheos'un kadınlar tarafından parçalanarak yenmesi olayı, bu çok eski batıl inanca dayanmaktadır. Balıkçı'nın bir çok eserinde Kudret Emiroğlu'nun "Gündelik Hayatımızın Tarihi" kitabı, böylesi binlerce batıl inancın öyküsü ile doludur.
İnsanlık tarihi "Büyü, Din ve Fen" bölümü diye üç bölüme ayrılır ya; bizim milletin bu üç devri bir arada yaşadığı söylenebilir mi?
İnsan bunlar için "Eskidendi" demek istiyor. Murat Mungan'ın yazdığı gibi:
ESKİDENDİ, ÇOK ESKİDEN
Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işıklar yanardı evlerde,
Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken,
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Hani herkes arkadaş,
Hani oyunlar sürerken,
Hani çerçeveler boş
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Eskidendi, eskidendi, çok eskiden
Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi
Gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti
Geçen geçti
Hadi geceyi söndür kalbim
Hani herkes arkadaş
Hani oyunlar sürerken
Kimse bize ihanet etmemiş
Biz kimseyi aldatmamışken
Hani biz kimseye küsmemiş
Hani kimse ölmemişken
Eskidendi, çok eskidendi...