“Hz. Peygamber'in mübarek eline dudaklarımı kondurdum. 'Şefaat ya Resulullah' diyeceğime, 'Seyahat ya Resulullah' demişim. Hz. Peygamber hemen tebessüm edip, 'Şefaati seyahat ve ziyareti sıhhat ve selametle kolay eyle Ya Rabbi' diyerek 'Fatiha' dediler.”
(Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Cilt 1)
Çağlar boyunca tüm önemli gezginler Anadolu'dan çıkmış ve/veya Anadolu'yu gezip yazmış. İşte İzmirli Homeros, Bodrumlu Herodotos, Salihlili Pausanias, Amasyalı Strabon, Bergamalı İbn-i Batuta, İstanbullu Evliya Çelebi.
Pirinç levhalar üzerine oyma işleyen Derviş Mehmet Zilli'nin oğludur. Kanuni'nin Zigetvar Seferi'ne katılıp önemli hizmetler görmüş babasının geniş çevresinin sohbetlerini dinlemiş, dünyayı gezip görme merakına kapılmış, henüz 28 yaşındayken İstanbul'u gezip, gördüklerini yazmıştır.
1611-1682 yılları arasında yaşayan Çelebi, 50 yıl boyunca Bursa, İzmit, Trabzon, Avusturya, Girit, Hicaz, Mısır, Sudan, Habeşistan, Dağıstan vb şehir ve ülkelerinde geziler yapmıştır. Latin harfleriyle bir kaç yayınlanmış “Evliya Çelebi Seyahatnamesi”, edebiyatımızın gezi türünde ilk büyük yapıtıdır.
Çelebi'nin İzmir ve Ege illerine yaptığı ziyaretlerin izlenimleri, Seyahatname'nin son cildinde yer almaktadır.
Bu yazımda Çelebi'nin Muğla'daki izini süreceğim.
Elimdeki Mümin Çevik tarafından hazırlanan “Seyahatname”nin sekizinci ve son cildinin 576. sayfasına bakıyoruz. Baştan belirteyim; Evliya'nın, sadeleştirilmiş dilini daha bir sadeleştirmek zorunlu.
“Muğla Kalesi” başlıklı bölüm, boş bırakılmış “.... tarihinde, Menteşe oğlu Darihi Key veziri Muli bey fethetmiştir... Sonradan müslüman olduğu için Muğla Bey derler. Çünkü Farsça'da 'kefere'ye 'muğ' derler. .... tarihinde Sultan Murat'ın eline geçip, kaleyi yıkmıştır. Halen şehrin kuzeyinde küçük bir kaledir... Nahiyesi 105 köydür. 2 bin 170 şirin evdir. Burada Şahidi hazretlerinin bir mektebi vardır. Başka diyarda dersi aklı ermeyen, buraya gelip birkaç ders çalışınca zihni açılır.”
Pirimiz üstadımız Muğla'daki cami, han, hamam köprü ve benzerlerini sayıp döktükten sonra, şehir halkının Farsça bildiğini, garip dostu olduğunu belirtir ve ekler: “Çevresi bağ ve bahçedir. Şehir içinde iri söğüt ve çınar ağaçları vardır. Havası yayla olduğundan limon, turunç olmaz. Burada Ermeni yoktur. Gelse de yaşamayaz. Kadınlar gayet edeplidir.”
Gezginimiz, Muğla'daki ziyaretgahlar için ayrı bir bölüm ayırmış. Bu ziyaret yerleri arasında, bugün unutulmuş bazı mekanlar da var. Kale dibinde Seyid Kemalettin'in pek çok kerametleri olduğu belirtilir. Bunlardan birisi, gövdesine 10 adamın sığabileceği ardıç ağacıdır. Keramet olarak, bu ağacın gövdesine konulan badem, 7 saat içinde dallanıp budaklanıp meyve verir.
Muğla'nın “Çukur Yaylası” Karabağlar, Evliyamızın dikkatinden kaçmamıştır. Üstad, bu yaylaya garip birinin girse, yolunu şaşıracağını belirtir; buranın üzümünün ünlü olduğunu açıklar ve ağaç türlerini sayar.
Seyyahımızın bir sonraki uğrağı, Ula şehridir. Evliyamız, “Ula” adının burayı fetheden Menteşe Beyi Ulama'dan geldiğini zikrediyor. Üç yanı dağlarla çevrili, düz bir yerde 12 mahalle, 2 bin evden oluştuğunu, evlerin bağlı ve bahçeli olduğunu kaydediyor. Bugünkü gibi... İlçedeki iki cami ve yazıtlarını aktarıyor. 300 dükkanı olduğunu, yine bugünkü gibi haftada bir büyük pazar kurulduğunu ekliyor. Asıl önemli bilgi olarak, Ula'dan her yıl, Marmaris Limanı'ndan Rodas'a 40-50 bin kantar üzüm ve incir ihraç edildiğini bildiriyor. Yani şu bilgiye ne dersiniz? “... Ula, sanki İrem Bağı'dır. Altmış türlü üzümü, kırk türlü meyvesi vardır. Şehrin havası gayet latiftir. Halkı Cezayir elbisesi giyer ve pala bıçak taşır.”
Üstad, bize biraz garip gelecek şekilde Ula'dan Yerkesiği'ne dönüyor; bura halkının keçe külah, seccade, kırmızı tülbend dokuduğunu yazıyor. Bozöyük kasabasını anlattıktan sonra, antik Stratonekia'nın yerinde kurulu Eskihisar'ı anlatıyor. Buradan, “Cemşid tahtı büyük şehir” Milas Kalesi'ni gözümüz önüne seriyor. Şehirdeki camileri, hanları vb ile yetişen ürünleri sayıyor. Anlatılanlardan Milas'ın, 17. YY.'da da tütün tarımı yönünden zengin olduğunu anlıyoruz. Beçin Kalesi'ni gezen pirimiz üstadımız, Muğla vilayetinde son olarak Bodrum'u ziyaret ediyor.
Biz de yazımızı Evliyamızın Bodrum anlatısından özetleme yaparak bitirelim:
“928'de Malta küffarı elinden Balak (Parlak) Mustafa eliyle Süleyman Han fethidir. Bodrine Kralı yedi kralın yardımı ile bu kaleyi yapmıştır. Menteşe toprağında Karaova nahiyesidir. Kalesi, deniz kıyısında öyle bir kaledir ki, Anadolu'da böyle kale yoktur. Dikdörtgen biçiminde ve etrafı bin adımdır. Yüksekliği 20 arşındır. Dizdar ve seksen neferi vardır. Bütün asker, kale içinde, yüz toprak örtülü evde otururlar. Kale içinde kiliseden çevrilmiş Süleyman Han Camii vardır. Onbir kat demir kapılıdır. Bu kapının solunda, deniz kıyısında bir kale yapmak için Menteşe Bey oğullarından bir bodrumluk yer ister ve çalılar içinde bir kale yapar. Nice sene sonra çalıları yakıp kale meydana çıkar, onun için 'Bodrum' derler. Bodrum kalesinin yarısı denizde, yarısı karadadır. Dış tarafında bağ ve bahçesinin ünü dünyayı tutmuştur. Halkın iş ve kazancı kuru üzüm, incir ve şıradır. Kaputan Paşa'nın yaptırdığı bir çeşme vardır. Suyu kemerlerle gelir. Limanı iki yüz gemiyi içine alır. Kalenin sağlamlığı yüzünden, kafirler kaçmıştır. Bu kale olmasa, bütün Cezayir gemilerini kafir alırdı...”
Ey gezginlerin piri Evliya, bir benzerin daha gelmedi dünyaya...