Aslında size hocam Turgut Özakman’ın “Açık Mektup”undan, Cumhuriyet değerlerinden söz edecektim. Kitabı bitirmeme sayfalar, yazıya koyulmama dakikalar kalmıştı ki,üstüne çok şey okuyacağınız deprem oldu. Bu satırları,üstünden altı-yedi saat geçmişken, kızıma bir doğa gerçeğini anlatıp uyumaya ikna etmenin ve gözüm telefonda ekranda, ne olur artmasın dediğim gidenlerimizin ve yaralılarımızın durumunu izlemenin yürek ağrısıyla yazıyorum. Elbette o mektuba dair yazacaklarım haftaya kaldı.
Ama madem Özakman, madem deprem diye başladım, o zaman “Sarıpınar 1914” oyunundan söz açarak ve daha serinkanlı düşünüp yazmamı kolaylaştırmayı deneyerek işe koyulayım. Hocam bu oyunu, Reşat Nuri Güntekin’in “Değirmen” romanından uyarlamıştır ve sahnede ya da sinemada-televizyonda mutlaka izlemişsinizdir. Osmanlı’nın lime lime döküldüğü bir süreçte, yaşadıkları kepazeliği saraya, millete ve uluslararası kamuoyuna “deprem” olarak anlatanların ve onlara dekor-figüran olan Sarıpınar ahalisinin ağlanası halini anlatır. Cumhuriyetin, aklın, bilimin ve çağdaşlığın ne kadar gerekli, haklı ve kaçınılmaz olduğunu kanıtlayan bu harika roman ve uyarlaması, tam anlamıyla bir klasiktir. Bir sistem ve toplum eleştirisi olan yapıtı okuduğunuzda ya da izlediğinizde, hem kederlenir hem de gülersiniz. Ama o, gerçeğin estetik ve düşünsel süzgeçten geçmiş haliyle, sanattır.
30 Ekim 2020’de, İzmir’de bir deprem yaşanıyorsa, bu satırları yazdığım anda 25 canı kaybetmenin, 831 yaralımızın olduğunu öğrenmişseniz, artmaması için adeta yalvarıyorsanız, işte bu da yalın, çıplak, yakıcı ve doğanın kaçınılmaz gerçeğidir.
Biz büyük depremlerin yarattığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Ege Denizi başta olmak üzere, birer şiire benzeyen dantel kıyıları ile çevresindeki topraklar, bin bir öyküsüyle dağlar, nehirler, ovalar, aynı zamanda yeryüzünün var olma sancısının ürünüdür. Bu coğrafyayı ötekileştirme, kökenlerinde kadim ve ortak kültürlerin izleri olmasına rağmen düşmanlaştırma ve birbirine yabancı kılma çabalarının zavallılığını, doğa bir depremle anımsatıverir. Şu şiiri bana yazdıran da bu gerçektir.
“Arşipel ya da Adalar Denizi ya da Ege / dedi ki Sanço; / iki yakanın ortak yazgısıyım ben / ya barışı paylaşacaksınız / ya acıda anımsayacaksınız / seçin ey sakinlerim / ikisini de / mutlak yaşayacaksınız…”
İnsan ömrü açısından hayli yaşlı, doğanın akıl almaz süreci bakımından hayli genç bir dünyamız var. Çekirdeğindeki alev topuyla, üstündeki canlı-cansız varlıklara ev sahipliği yapan tek gezegen olan bu dünyanın, insanlıktan istedikleri bellidir: “Beni tanı, beni anla, benimle uyumlu yaşa, beni zorlama, açgözlülüğünle yorma, hor kullanma ve ancak bir kere yaşayacağın ömrü İNSAN gibi yaşa. Ben sana yaşaman için her şey veririm, sonsuz bonkörlüğümle ev sahipliği yapabilirim. Sen bugün yaşıyorsan, bunların değerini bilenler, bana saygısını, yeteneğini, daha yaşanır olmam için çabasını ekleyenler sayesindedir. Benimle inatlaşacağına, onlara kulak ver, gereğini yap!”
Ya doğanın ve yeryüzünün“kardeşi” ya da “kalleşi” olacağız. Doğa, kalleşliği umursamadığını, barınma-beslenme-üreme güdülerimizi “insani, adil, saygılı, paylaşımcı, uyumlu, sürdürülebilir” kıldığımız sürece, kardeşliği onurlandıracağını, daha kaç kez kanıtlayabilir? Ne yazık ki insanlık iyi bir öğrenci değil, belleğini tazeleyemiyor, “yaşam zinciri”nin halkalarından yalnızca biri olduğunu, o halkalardan birinin kopması halinde faciaların yaşanacağını bir türlü içselleştiremiyor. Biz doğayı değiştiremeyiz, belirleyemeyiz, yönlendiremeyiz, en önemlisi onunla inatlaşamayız. Ama biz ona duyduğumuz saygıyla, onu daha yaşanır bir yer haline getirebiliriz. Asıl öğrenmemiz ve unutmamamız gereken gerçek budur. Doğanın depremlerinden ve yıkımlarından kurtulmanın tek yolu, hayatı tarumar eden cehalet, sömürü, ilkellik, yobazlık, bencillik, kurnazlık, açgözlülük depremlerinden sıyrılmaktır. Çaresi bellidir, ona akıl, çağdaşlık, duyarlık, bilim denir. Örneğin Nasuh Mahruki, neden “Türkiye’de hiçbir binanın 6.9’da yıkılmaması gerek” demektedir? Buradan başlayabiliriz. Kalbimizdeki acıları, kalıcı bir derse dönüştürebiliriz.