O günlerde yaşananları okudukça, görüntüleri izledikçe, kayıpları düşündükçe hala gözlerim doluyor.
Olayların başladığı günlerde yazdığı iki yazdan özet var aşağıda.
Bu yazıları gönderdikten 15 gün sonra 16 yıl yazı yazdığım Sabah gazetesinden kovulmuştum zaten.
Helali hoş olsun!
2 Haziran 2013
" İlkokul şarkımız vardı hani... "Tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönmeli yurdumda...
Yuvadır kuşlara, örtüdür toprağa, can verir doğaya ormanlar yurdumda..."
Bir de atasözümüz: "Yaş kesen baş keser."
Ve bir hadis: "Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile, bugün elinizdeki fidanı dikin."
Ne oldu peki bütün bunlara?
Dağları, tepeleri traşladık traşladık, beton ucubeler diktik yetmedi; şimdi sıra şehirlerin içindeki bir avuç yeşilliğe mi geldi?
Şu yazıyı yazdığım cuma günü sabah saatlerinde, Taksim Gezi Parkı'ndan gelen haber ve fotoğraflar dehşet vericiydi.
Sadece alkış tutan, şarkılar söyleyen, şehirlerindeki üç-beş ağacı savunan, doğayı seven, koruyan iyi yürekli insanlara hınçla, öfkeyle saldıran polisleri izledik.
Yahu durun, ne oluyoruz, kendinize gelin; nedir bu zulüm şehveti?
Bu zamana kadar Türkiye'de yapılmış en naif, en masum karşı çıkma gösterisinin acemi aktivistleri bu insanlar.
Daha sonra çıkıp "Biz bu gazı, sopayı neden yedik?" diye sorsalar, nasıl bir cevap alacaklar? "Betonu değil ağacı, insanın inşa ettiğini değil Allah'ın can verdiğini tercih ettiğin için" mi denilecek?
İnsanınızı korumak için varsınız siz; betonu, çimentoyu, demiri değil!
Topraktan geldik toprağa gideceğiz; AVM'lerin otoparkına gömülmeye değil!
3 Haziran 2013
"Cumartesi sabaha karşı artık, çocukları bir türlü eve girmek bilmeyen annelere dönmüştüm.
Yerimde duramadım, kalbime "Daha sakin atmalısın" dedim ama dinletemedim.
Evin içinde kapana kısılmış hayvan gibi çırpındım durdum. Çünkü dışarıda 'bir şeyler' oluyordu.
Beş gün önce şarkılarla başlayan, dün de yazdığım gibi Türkiye'nin en nahif, en barışçıl, en zararsız eylemi; özellikle büyükşehirleri yakan yıkan, kanatan bir deliliğe dönüştü.
Elinde ne taş, ne sopa, ne silah, ne da bıçak bulunan, sırt çantasının muhteviyatı kitap, su ve mp3 çalardan oluşan o güzel insanlara; polis hınçla öfkeyle, nefretle, nedeni bilinmez bir yok etme isteğiyle saldırmaya başladı.
Ve sonra olanlar oldu.
Bütün birikmişler volkan gibi patladı.
'Korku duvarı' aşıldı. "Artık ne olacaksa olsun" diyenler sokaklara döküldü. Sokaklara dökülemeyenler ellerine tencere, tavasını alıp balkonlardan gürültü yaparak protestoya katıldı.
Buraya kadar, arada endişe edilecek olsa da, dehşete kapılacak bur durum yoktu.
Ta ki cumartesi akşam saatlerinden pazar sabahının ilk ışıklarına kadar...
Tam polis Taksim'den geri çekilecekken sivil halkın arasına karışan parti ve yasa dışı örgüt üyeleri geçtikleri yerleri yakana, polise taşla, molotofla saldırana, eli sopalı ne idüğü belirsiz adamlar sağı solu yıkıp yağmalayana, önlerine geleni dövene kadar yani...
Bu ne acayip bir senaryoydu ve tıkır tıkır aksamadan nasıl da profesyonelce sahneye konuluyordu.
İşte orada hepimizin telaşı başladı.
Sosyal medyadan sokaktakilere çağrıda bulunduk: "Lütfen artık evinize gidin, ya da güvenli bir yere sığının. Provokatörler dışarıda can yakıyorlar; bu beş günlük eylemin sonunda rol çalıp yarattıkları şiddeti sizin üzerinize yıkacaklar. Siz ne anlarsınız taştan, sopadan, molotoftan, şiddetten? Oyuna gelmeyin" dedik."
***
Yazının devamında o sırada olayların yatışmaya başladığı anlatılıyor ama işin gerçeği sonradan ortaya çıktı.
Muktedirin öfkesi henüz soğumamıştı.
Provokasyonlar, yalanlar, olaylar daha da büyüdü.
Sopa, gaz yendi... İnsanlar yaralandı, gençler öldürüldü.
Hala çıkıp 'Gezi başarısız oldu' diyenler var ya hani.
Kendi söyledikleri yalana kendileri de inanmıyorlar.
'Ayağa kalkan bir halk bir kaç günde kaf dağlarını nasıl titretir' konulu kabusla hala uykularından kan ter içinde uyanıyorlar.
Eminiz. Kutlu olsun Gezi direnişimiz!