19 Mayıs 1919 ile 29 Ekim 1923 arası, çürümüş ve ömrünü tüketmiş bir imparatorluktan kurtulma, emperyalizmin saldırısına direnme ve yepyeni bir milat yaratmaya hazırlanma sürecini anlatır. 26 sözcükle yapılan bu özet, antiemperyalist mücadele tarihinin en önemli sayfalarını anlatmaya yetmez. Öte yandan padişahlık artıkları, liboş çayır gülleri, zekâ, algı ve etik yoksunları ne yaparsa yapsınlar, kurtuluş ve kuruluş destanını itibarsızlaştıramaz. Bunun en tipik göstergesi, her onur gününü coşkuyla kutlayan bu memleketin kadınları, erkekleri ve çocuklarıdır. İşgaliyle direnişi, kurtuluşuyla özgürlüğü, bağımsızlığı ve Cumhuriyeti muştulayan İzmir, hiç kuşkusuz 9 Eylül’de bunu bir kere gösterecektir. Başta “Söylev” olmak üzere, mutlaka okunması gereken kaynaklar orada. Reddedip küçümseyenlerle işimiz ve onlara ayıracak zamanımız yok. Ama sevdiğini ve savunduğunu söyleyenlere, bunun ancak “doğru bilmekle” ve “doğru davranmakla” mümkün olacağını anımsatmak görevimiz. Uzatmadan asıl konuya geçelim. Konumuz “barış”.

İki gün önce “1 Eylül Dünya Barış Günü”ydü. Her tarafından çığlıklar yükselen dünyanın anımsayacak hali; ağızlarından şiddetten, silahtan, tehditten ve saldırganlıktan başka söz çıkmayanların da kutlayacak yüzü elbette yoktu.

Barış deyince, elbette onun uğruna çaba göstermiş, önemli işler başarmış nice insan, kurum ve örgüt var. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, onların içinde çok özel bir yere sahiptir. Militarist bir eğitimden geçip, bu dalın tarihteki en parlak örneklerinden birini oluşturan bir insan, nasıl oluyor da, “barış” konusunda da akla ilk gelen liderlerden biri konumuna ulaşıyor? En büyük düşmanlarının ve rakiplerinin bile saygıyla ayağa kalkıp selamladıkları bu yiğit insan, savaşta da barışta da “deha” konumunu nasıl yakalıyor?

Bireysel ve toplumsal yetersizliğimizden, reflekslerimizin kısırlığından, düşüncelerimizin sığlığı ile tavırlarımızın sakilliğinden dem vurduğumuz her yazıda, konuyu “bilgi, görgü ve entelektüel kalite” sorunlarımıza bağladığımızı, sevgili okurlar anımsayacaktır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü savaşta kusursuz komutan, barışta mükemmel lider yapan olgu, bu sorunları aşmış yüksek kalitedir. O “Yurtta Barış, Dünyada Barış” derken, barışı yalnızca bir temenni değil, içi doldurulması ve buna uygun davranılması gereken bir kavram olarak anlatmaktadır.

Atatürk barışı, yalnızca savaşmama hali olarak değil, bir yaşam biçimi olarak tanımlamaktadır. Barışın, özgürlük ve bağımsızlık olmadan hiçbir anlam taşımadığını çok iyi bilen Atatürk, o nedenle bireysel ve toplumsal kalite sorunlarımızın çözülmesini, acil ve zorunlu hedefler olarak göstermiştir. Eğitimden kadın haklarına, sanattan ekonomiye, bilimden hukuka, cumhuriyetten laikliğe, hayatı aynı anda ve hiçbirini ıskalamadan kucaklayan devrimsel atılımlar, neden yapıldı? Bunun yanıtını bilmeden, bu atılımlara diş bileyen ve lanet yağdıran gericiliği ne anlayabilir, ne de mücadele edebiliriz. Bugün kekeme söylemlerin, bir türlü doğrudan cümle kuramamaların, şirin görünme tuhaflıklarının nedeni, bu bağlamdaki zaaf ve aymazlıklardır. “Bilgi, görgü ve entelektüel kalite” sorunları, kuşkusuz yalnızca gericiliğe, arabeske ve cehalete ait değildir. Kusura bakılmasın.

Atatürk “Yurtta Barış” derken, bunun ancak kaliteli bireyler sayesinde mümkün olacağını biliyordu. Bugün demokrasi algımızın, eğitime bilime sanata dair halimizin, ekonomiden spora ahvalimizin, hepsinden vazgeçtim gündelik hayatın içindeki bireysel ve toplumsal davranışlarımızın durumu, onun bildiklerinden ve yapmak istediklerinden ne kadar uzakta olduğumuzu göstermiyor mu? Yurtta barış için, önce o yurdun renklerine, seslerine, tarihine, coğrafyasına dair aidiyetler gerekir. Düşmanlıklar, ötekileştirmeler, cehaletin sırtını okşamalar değil. Konuyu, “Dünyada barış ne demektir?” sorusuyla sürdüreceğiz.