Halimizi görmek, içimizi dökmek için ustaların tek sözü yeter ve biz bu yüzden sık sık onların dizelerine, sözlerine, betimlemelerine sığınırız. Yaşar Kemal Ustanın, Selim’in vurulup denize atılmasıyla biten öyküsünü anlattığı o müthiş romanın adı da, kendiliğinden gelip bu yazının başlığına dönüştü. Bugün Marmara’nın kesif biçimde yaşadığı “salya” (Müsilaj) faciasından esinlenen çıkan bir yazıyı, hangi başlıkla dikkatinize sunabilirdim?
Hep düşünürüm, üç yanı denizle çevrili, adım başı göllerle nehirlerle karşılaşılan bir memleketin, denizden bihaber yaşaması nedendir? Balıkçı emekçilerimizin güzelim tekneleri, İzdeniz, Şehir Hatları gibi kuruluşların vapurları, arada gördüğümüz ticari gemiler de olmasa, bu denizleri bir su birikintisinden öteye taşıyacak insani bir eylem görebiliyor muyuz? İlgisizliğe, bunlar neyin peşinde gibisinden lümpen bakışlara rağmen, denizin ne işe yarayabileceğini gösteren yelken kulüplerimize de selam olsun. İşin içinden olanları tenzih ederim, Derya Büyükuncu’nun adını duyan, ondan ötede uluslararası havuzlarda yarışan bir yüzücümüzü bilen var mı? Seksen doksan metre dibe inip çıkarak rekor kıran, engelli olarak podyumlarda göğsümüzü kabartan sporcularımızı da unutamayız. Ama 90 milyona yaklaşan nüfusumuza oranlayıp, kaç kişi olduklarını düşünen var mı?
***
Yahya Kemal’in “Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor / Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!” diyerek tarihi onurlandırma hamasetiyle, bir şiirimde “Bizim buraları soracak olursan kardeşim bizim buralar / otuz yıllık ömrünü denizi görmeden tüketenler ülkesi” olarak dillendirdiğim bir gerçeklik arasındaki sıkışmışlığımızdan söz etmeye çalışıyorum. Denizlerimizin göllerimizin nehirlerimizin, parmakla sayılacak bir kaç emekçi dışında, dört başı mamur sanat yapıtlarına dönüştürüldüğünü, insanlığa sunulduğunu söyleyebilir miyiz?
Bir ülkenin denizleri, Marmara’nın ölmeye yüz tutmasıyla anımsanıyorsa, halimiz haraptır. Bu ülkenin gölleri Van Gölü Canavarı tuhaflıklarıyla anımsanıyor, Salda’nın talan ve yalanla kurumasıyla gündeme geliyorsa, durum vahimdir. Derelerimiz, üstlerine kurulan ve her biri doğa katliamına davetiye çıkaran HES’lerle feslerle, coğrafyasını korumaya çalışanların üstlerine gidilmesiyle akla geliyorsa, durum korkunçtur. Güzelim şiirlerle süzülerek besledikleri dağlarımızın canlarına, delik deşik edilerekkast ediliyorsa, durum acıdan da acıdır. Balık çiftliklerinden kıyı yağmasına, coğrafyanın kamusallığı lime lime ediliyorsa, durum dehşet vericidir. Bunların pervasızca yapılıyor olması, yalnızca çek defteri suratlılar ve güvendikleri sayesinde midir? Bu uğurda bir duruş sergileyenlerin “marjinal, anarşist, terörist, hain” olarak nitelenmesini izlemekle yetinen yığınları ne yapacağız?
Bu yazıyı, 5 Haziran “Dünya Çevre Günü”nün öncesinde yazıyorum. O gün parlak nutuklardan, hizaya çekmeye çalışacakahkâm yağmurundan ve yüce basınımızın günün anlam ve önemine binaen düzenleyecekleri sayfalardan geçilmeyecek. Azgelişmişlik faciamızın, duyarlık, bilgi, eğitim yoksunluğumuzdan beslendiği gerçeğini söyleyenlerin seslerine, birkaç köşe ve kanaldan başka kimse kulak vermeyecek. Çok mu iddialı konuşuyorum? Çünkü ve imdadıma Ataol Behramoğlu ağabey yetişsin: “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var!”
***
İnsanoğlu, doğanın en tembel öğrencisi ne yazık ki. Vatan millet yerli ve de milli donanımlı beyanlardan geçilmeyen bir coğrafyada, doğanın nice yıkım ve can ölümüyle anımsatıp durmasına rağmen, örneğin Marmara’nın ölümüne şaşıyorsak, daha ne diyebiliriz? “Mavi Vatan” deyip duruyorlar, bilinçle sahip çıkılmayan yer vatan olabilir mi? Bu yüzden kızıyorlar, bu ülkeyi neden ve nasıl seviyorsun sorularımızdan ürküyorlar, bir memlekete dair aidiyeti nasıl tanımlıyor ve gereğini nasıl yapıyorsun diye söze başladığımızda, anlamsız biçimde yüzümüze bakıyorlar. Değil “Deniz küstü” diye fısıldamak, Barbaros’un toplarını kulaklarına soksan bir işe yarar mı? Marmara’da timsah yok, ama ölümüne gözyaşı döken çok. Onlar varken, bizim dinleyen okuyan, yüzleşme cesareti gösteren olur mu sanırsınız?
Ey denizler, göller, nehirler bizi bağışlayın. Bütün çabamız çocuklarımız bize benzemesin, “Sen ne yaptın? diye sorarlarsa, yüzümüz yere eğilmesin diyedir. Asla vaz geçmeyeceğiz.