Gördüğüm andan beri, o fotoğraf aklımdan çıkmıyor. Kara derili, 12 yaşında bir çocuk. Kemanını omuzlamış çalmakta. Ama çocuk ağlamakta. Bu çocuğu bu kadar kederlendiren, o iç yakan acıyı yüzüne, o hüzünlü bakışları gözlerine bırakan ne olabilir? O çocuğun adı Diego Frazo’dur. Sambacı kızların, futbol cambazlarının, egzotik Amazon ormanlarının değil, Diego açlığın, sefaletin, suç ve uğursuzluk çetelerinin egemenliğindeki Brezilya’nın “öteki yakasına” ait bir çocuktur. Her an böyle bir dünyanın ve nerede nasıl biteceği bilinmez bir hayatın bataklığına düşecekken, Diego’ya bir el uzanır. O el, bir müzik öğretmenine aittir. Diego onun sayesinde keman çalmayı öğrenir, sanatın feneriyle hayatına bir yol çizmeyi başarır. Diego o fotoğrafta, bu mucizeyi yaratan öğretmenin cenazesinde, ağlayarak keman çalmaktadır.
Altındaki notta, bu muhteşem fotoğrafın “dünyanın en etkileyici 20 fotoğrafı” arasında yer aldığı belirtiliyor.
O fotoğraf, yalnızca Diego ile öğretmeni arasında yaşanan bir mucizeyi, minneti, vefayı ve saygıyı anlatmıyor. Hayır, sanatın iyileştirici gücü üstüne de parlak sözler etmeyeceğim. Sanatın ne demek olduğunu unutup, her derde deva ilaç gibi pazarlanmasından da, onu bezirgân pazarının orta malına çevirenlerden de, kırıtmayı sırıtmayı sanattan sayanlardan da yeterince sıkıldım. Neyse!
Diego o fotoğrafta, dünyanın bütün çocukları adına ağlıyor. Dünya o fotoğraftan pek etkilenmiş! Aferin dünyaya! Ne büyük yüzsüzlük, ne büyük riya, ne kahredici bir yalan!
Eline silah tutuşturup, ölmeye ve öldürmeye koşullayıp, birer kurşun askere dönüştürdüğü çocuklardan etkilenmiyor. Kara mayınlarının, her yıl binlerce çocuğu parçalamasından gocunmuyor. İskelete dönmüş annesinin, kartona benzemiş sütsüz memesini emerken ölen çocuklardan da etkilenmiyor dünya.
Sekiz yaşındaki çocukların 80 yaşındaki sapıkların yatağına fırlatılmasından etkilenmek şöyle dursun, bu kepazeliğe din, millet, ırk, gelenek, töre kılıfları uydurmaya çalışıyor. İnsan tacirlerinin eline düşüp, beş gidemez botlara tıkıştırılıp, açık denizlerde demet demet ölmesinden de etkilenmiyor dünya ve onun sakinleri.
İlaçsız, besinsiz, eğitimsiz bırakılmış, daha doğar doğmaz gelecekleri çalınmış çocuklardan da etkilenmiyor elbette. Onun daha önemli işleri var. BM’nin, NATO’nun, Dünya Ticaret Merkezinin, borsaların, bankaların, tröstlerin ışıklı salonlarında, yeryüzünü kimin bu hale getirdiğini konuşmaya zaman yok. Ve oralarda, yüzleşmeye yol açar diye, bir ayna da yok.
Diego’nun öğretmeninden, onlar için çırpınan onur anıtlarından da etkilenmiyor. Hasan Ali Yücel gibi öğretmenlerin neden “Vatanın dağlarında, bayırlarında hatta en ücra yerlerinde, kendi başına açıp solan çiçek bırakmayacağız” diye çırpındığını anlamıyor. O çiçek deyince, katledilen mahvedilen yok edilen çocukların cenazelerine gönderecekleri çelenkleri, bin şaşaa ve ikiyüzlülükle anıtlara bırakacakları demetleri anlıyor. Sonra gelsin ağlak beyanatlar, gitsin öfkeli kınamalar, yaşasın manşetler, ekranlar! “Çocuklar bizim göz bebeğimizdir!” diyor cahil sürüsü, görmezliğini, duymazlığını, insansızlığını bin makyajla gizlerken.
Diego’dan pek etkileniyor dünya. Ülkesinin ekâbirleri de, böyle örnek bir çocukla gündeme gelmenin mutluluğunu yaşıyordur kuşkusuz. Ama aynı ülkenin karanlık sokaklarında, her yıl kaç çocuğun öldüğünü, nasıl öldürüldüğünü araştıramıyor o ülke ve ekâbirleri. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, altına çocuk cesetlerini süpürdükleri halının üstünde, keyif sürüyor.
Diego’nun gözyaşında boğulup gitmeyi ve insanın yeniden insanlığı keşfedeceği bir yeryüzü olarak yeniden var edilmeyi çoktan hak ediyor bu dünya! Bu dünya, çocuklarını hak etmiyor. Diego’nun öğretmeni gibi, yeryüzünün bize insanı anımsatan bütün yiğitleri hariç.
Dünya o fotoğraftan pek etkilenmiş. Sevsinler böyle rezil bir dünyayı!