Yurttaşlık ya da vatandaşlık sözcüklerini günlük dilde sıklıkla kullanırız ama içerdiği hukuksal ya da siyasi anlam örgüsünü çoğunlukla derinlikten kopuk olarak geçiştiririz. Oysa, bu kelime hukuk öznesinin kapsamlı bir alanıdır ve kişilik oluşmasından o kişinin hak ve yükümlülüklerine kadar çok geniş bir disiplinler arası etkileşimi gerektirir. Hem bir hak ve yetkeler hem de siyasi bir topluluğun üyeliği açılımını içerir. Bu noktada tarihsel sürece bir göz attığımızda, Antik Yunan’da demokrasi ile Polise yani kent devletinin siyasetine katılabilme hakkı olan yurttaşlık anlayışı karşımıza çıkar. Ekonomik, siyasi, askeri ve dini dolayısı ile sosyal bir kamusal alan dinamiklerinde organik bir unsur olarak “kişi” yurttaşlık bağı ile diğer insanlara ve devlete bağlandığında, güvenlik hinterlandına da adım atmış oluyordu. Buna karşılık da vergi ve askerlik gibi bir çok yükümlülükleri yerine getiriyordu. Böylelikle yurttaş, hem politikayı oluşturan ana eylemci hem de bunun etkilediği son hedef olmasının yanında soyunun dolayısı ile devletinin güven içinde devamlılığının yani sürdürülebilirliğinin hayati önemdeki unsuru konumuna ulaşmaktaydı. Nitekim Roma’da bu unsur, bir meşruiyet zeminine oturur ve Roma’daki yurttaşlık, politik yaşama katılım ve haklardan daha çok imparatorluğun kadim gücünün bir ifadesi gibi görülür...

***

Zamanla Ortaçağ’ın krallık tebaası yurttaş kimliğine, 17’nci yüzyılda John Locke, Diderot, Volteire, Rousseau ve Sieyes gibi öncü düşünürlerinin de etkisi ile gelişen Fransız Devrimi sonrası ulus için özgürlük, hak ve ödevler algısı ve modern çağların ama özellikle de Liberalliğin kulvarlarında Marshall’ın tarihsel nitelikteki çalışmaları kapsamında da eşitlik, erdem ve kamusallık örgüsü bağlamının eklemlendiğini burada belirtmeden geçemeyiz.

Elbette bu gelişmeler, kapitalizmin emekleme dönemi sonrası tüm dünyanın bir sömürge platformuna dönüşmesini takip eden zaman diliminde var olan ekonomik, sosyal ve politik krizlerin arasına Paul Crutzen gibi bilim insanlarının tanımladığı şekliyle “İnsan eliyle başlayan yok oluş” (ki “Antroposen Çağ” adı ile anılacaktır) vurgusu ile yurttaşın yaşam vasatı olan gezegenin varlığının kritik bir evreye girmesi eklendi. Küresel iklim değişikliği olarak nitelenen ve endüstriyel fosil yakıt tüketiminin en büyük nedeni olduğu karbondioksit (CO2) salınımı, dünyanın ekosistemine ve biyoçeşitliliğine öldürücü bir darbe indirmiş, 1992 yılındaki Rio de Janeiro'daki BM Çevre Konferansı’nı takip eden 1993 yılındaki Kyoto Protokolü ve 2015 yılındaki Paris Anlaşmaları gibi devletler arası konsensüslerin oluşması zorunluluğu hasıl olmuştur. Bu noktada ironik olarak insanın aklına Karl Marx’ın “metabolik yarık” ve Élisée Reclus’un insanın “doğaya yabancılaşması” tanımlamaları geliyor!

Tüm bu gelişmelerde, küresel alanda iklim değişikliğine karşı ana aktör olarak devletler görülse de krizin asıl üreticilerinin dev şirketler ve sermayenin diğer aktörleri olduğunu kim inkar edebilir!? Zaten devletler de konuya bir var olma/yok olma fikrinden çok ekonomik sürdürülebilirlik bağlamında ele almaktalar! Doğal olarak da bu yaklaşım, ekolojik krizin derinleşmesini önlemekten uzak kalmaktadır. Öyle ise yeni bir toplum sözleşmesi yaratılarak ekolojinin ana gündem olduğu siyasi ve teknolojik açılımlar yapmak gerekecektir.

Gelinen noktada, ulus-devlet agorasında oluşan yurttaşlık kavramının, ekolojik kriz gibi küresel bir sorun ile baş edebilmek için, ulus ötesi bir ölçekte global bir “ekolojik yurttaşlık” insiyatifine evrilmesi zorunluluk halindedir. Steenbergen ve Kaboğlu gibi müelliflerin ifade ettiği gibi medeni, siyasal ve sosyal haklara ek olarak çevre ve iklim hakları çerçevesinde dördüncü bir boyut eklenmesi gerekecektir. Andrew Dobson ve Carme Melo Escrihuela’ın teorik tanımları ile John Barry’nin "yeşil demokrasi" açılımı bu yaklaşıma dayanak teşkil etmiştir.

***

İnsan kaynaklı küresel iklim değişiklikleri, habitat daralması ve karbon emüsyonundaki değişikliklerin dünyayı getirdiği nokta bir yok oluşun arifesi oldu. Şimdi çağın ruhu ve zorunluluklar, Antik Yunan’dan bu yana şekillenen yurttaşlık kavramına, yeni erdemlerle yeni bilinçlerin eklemlenmesini gerektiriyor. Ama reformize edilecek bir yavaş süreç değil, devrimci ekolojik algı transformasyonlarının oluşturulacağı bir bilinç dönüşümünün ertesinde uluslar üstü yasal düzenlemelerin realizasyonunda, kitlesel ve uzun soluklu kolektif bir insanlık eylemidir söz konusu olan…

2020’li yıllar insanlığın, bilinçli, sorumlu, aktif, etkin ‘ekolojik yurttaşlar’ olarak katılımcı demokrasi içinde sürdürülebilir çevreci bir ekonomiyi yaratmaları için son fırsat olacak. Eğer endüstri ve siyaset dahil tüm üretim biçimleri, dinamikler ve sistemleri ile dünyayı dönüştüremezsek, ufukta bir gelecek olmayacak!