Bir televizyon kanalında ünlü tiyatro oyuncusu ve yönetmenlerinden Ahmet Mümtaz Taylan’la “yaşamı ve sanatı” üstüne bir söyleşi yapılıyordu. Bir ara söz, baş rolünü oynadığı “Hayat Sırları” adlı diziye geldi. Değerli sanatçı içini çekerek özetle şu bilgiyi verdi: “Tasarısı özenle hazırlanmış güzel bir yapımdı; çok da yatırım yapılmıştı. Ama yakında bitiyor”. Sunucu “Neden ama?” diye sorunca da, “Vurdulu-kırdılı gerilim dizileri gibi reyting getirmiyor da ondan” dedi. Sanki bu gerekçeye hak veriyormuş ve de kusur kendisindeymiş gibi bir olgunlukla…
Oysa, başkalarını bilmem ama akşam saatlerinde biraz televizyon izleyip “kafa dağıtayım” derken afakanlar basıyor beni, gerim gerim geriliyorum, başıma ağrılar saplanıyor: “Psikolojim bozuluyor”!
Önce haberler: Sayın büyüğümüz, görkemli kürsüsünden; yukarılara doğru yükselen, soldan sağa genişleyen “anfiteatr” benzeri dev boyutlardaki bir salonda, opera sanatçılarına pes dedirtecek tiz sesiyle ortaya yeni bir “tema” atıyor. Birkaç günlüğüne, bizleri ve özellikle kendisini korkutan bütün dikenli sorunları bastıracak yeni bir gündem yaratıyor. Bunun üstüne, gırtlak dolusu bağrışmalarla yorum üstüne yorum, övgü üstüne övgü, eleştiri üstüne eleştiri sürerken konu, dallanıp budaklanarak bütün bir kamuoyuna yayılıyor.
Çok bilen “anchorman”ler konunun üstüne atlıyor hemen, sözde görüş alışverişi adı altında en karşıt kişileri birbirine düşüren bir gerilim izlencesi başlatıyor; Onlar da olabilecek en tiz seslerini kullanarak birbirlerine bağırıyor, kimileyin de, kırmızı görmüş boğalar gibi birbirlerinin üstüne yürüyor. Sonra: Reklamlar!
Meclis oturumları da ayrı bir gerilim kaynağı. Orada vekiller, sözlerle değil; sövgülerle, tekmelerle, tokatlarla meramlarını anlatmaya çalışıyor. Neyse ki milletvekillerinin yükü epeyce azaltıldı. Belli ki vurdulu kırdılı bu tatsız oturumlarla insanları fazla rahatsız etmemek için, olmadık zamanlarda tatile çıkıyorlar. Bu koşullarda ille de parlamenter düzenin uygulandığını düşünün! Allah göstermesin, “Yüce Meclis” kan gölüne dönebilirdi.
Her neyse… Sıra dizilere geliyor: Vahşetin en korkuncu, kalleşliğin en acımasızı, kurnazlığın en “tilkicesi”… Aşk izleği de, Karun gibi varsıllaşmış genç patronlar (hilecilerle saflar) arasında geçen güç gösterilerine araç ediliyor. Hep hileciler sabun köpüğü gibi üste çıktığından, önünde sonunda şöyle bir değer yargısı oluşuyor izleyicilerde: Demek ki haklı olan değil, güçlü olan kazanıyor. Gerçek yaşamda da öyle olmuyor mu?
Televizyonların saat 20-24 arasına raslayan akşam kuşağı “reytingi en yüksek” dizilere ayrılmış. Gerilim beklentilerinin doruğa çıktığı bir anda, “kısa (!) bir ara”yla başlayan ve “dizi keyfi devam ediyor”la biten reklam arası süreç uzadıkça uzuyor. Dizinin yarısından sonra bu “kısa ara”lar daha da sıklaşıyor ve de uzuyor.
Arada sıkılıp bir diziden ötekine zıpladığınızda da görüyorsunuz ki yüzler değişik, ama görüntüleme yordamı ve öyküleme hemen hemen aynı: Galata ya da Kız Kulesi, kuşbakışı Haliç ve üstündeki köprüler, uzaktan bir boğaz köprüsü ve berisinde buluşanlar, boğazın karşı yakası, vb. Zaman efektleri de aynı: Gece-gündüz geçişleri, bir boğaz köprüsü üzerindeki ya da caddelerdeki şimşek hızında devinen ışıklı trafik akışları, Boğaziçi sularındaki ışıklı deniz taşıtlarının hamam böcekleri gibi sağa sola kaçışmaları, doğudan güneşin bir kızıl top gibi fırlayıp çıkması, batıdan dağların arkasına düşüp kaybolması, vb. Öylesine tıpatıp yineleniyor ki bunlar, çok büyük olasılıkla, kes yapıştır yöntemi uygulanıyor: Yalnızca aynı dizi içinde değil, değişik diziler arasında bile…
“Yeni Türkiye”nin bu siyasal-kültürel gerilimlerinden bir an önce kurtulmak istiyorum!