Şöyle bir fıkra duymuştum: Bir delikanlı, oyun olsun diye arkadaşlarına “Biriniz şu masanın üstüne çıkıp ayakta beklesin; ben ‘on’a kadar bir, iki, üç diye saymaya başlayacağım, ama on demeden inmek zorunda kalacak. Üstelik sayma dışında ağzımı açmayacağım, ona elimi sürmeyeceğim. İnmezse ben ona 10 lira vereceğim, inerse o bana… Kendine güvenen buyursun, çıksın” demiş. Herkes “Bu işin içinde bir iş var” diye düşünürken, içlerinden birisi hemen masanın üstüne zıplayarak ayakta durmaya başlamış. Kurnaz oyuncu “bir” demiş, başını kaşımaya başlamış, “iki” demiş, yavaş yavaş lavaboya yönelmiş; “üç” dedikten sonra, “Uykum var, eve gidip biraz uyuyacağım” diye çıkıp gitmiş. Arkasından, “Ne zaman dönersin?” diye seslendiklerinde, “Orasını yarın düşünürüz!” diyerek gözden kaybolmuş. Masada bekleyen uyanık (!) çocuk “Başlarım ben böyle oyuna!” diye aşağıya atlamış. Öteki anında geri dönüp karşısına dikilmiş: “Ver bakalım şu bizim 10’luğu!”…

Geçtiğimiz “31 Mart” yerel seçiminde, YSK da İstanbul Belediye Başkanlığı kararında benzer bir tutum izledi. Neyse ki insaf edip, “Sonucu beş yıl sonra düşünürüz” demedi. Ama yaptığı uygulamanın hukuksal yanlışları ayyuka çıktı. Hiç kuşkusuz kurul üyeleri de bunun ayrımındalar. Öyleyse nedir bu “anlamsızlığın anlamı”? Birileri “Artık seçime gerek yok; “hak, hukuk, adalet ve de demokrasi’ diye bağırıp boş yere heveslenmeyin” mi demek istiyor? Öyle ya, “Demokrasi bizim için yalnızca bir araçtır; bir istasyona vardığımızda, bu trenden ineceğiz” dememiş miydi?

AKP’nin böyle bir planı ya da “bir biçimde” kesin kazanma umudu yoksa başvurulan bu yöntem büyük bir kumardır. Herhalde bu denli de akılsız değiller. Kimileri RTE’nin iktidarı seçimle bırakmak niyetinde olmayabileceğini öne sürüyor. Böylesi düşünceler “istasyonda inme” olayıyla bağdaşmıyor mu?

Tam bir eşgüdüm içinde görünen ‘iktidar cephesi’, politikacılığı temelli bırakıp tam bir savaşçılığa evrilmiş görünüyor. Buna bir önceki yazımda da değinmiştim. Salt iki partinin oluşturduğu bir siyasal ittifakla sınırlı değil bu cephe. İlle de saltık bir yetkiyle ülkenin bütününe hükmetmek isteyen iktidar önderinin kesin isteğine göre kararlar veren bir yargı, saldırılarını giderek artıran militanlar, muhalefeti korumakta isteksiz görünen güvenlik güçleri; saldırıya uğrayanları değil saldırganları koruyan üst yöneticiler vb. tam bir dayanışma içindeler.

Bu dayanışmanın bir tek açıklaması olabilir, o da “Amaçlar araçları geçerli kılar” ilkesine uymak. Söz konusu araçlar olabilecek bütün kötülükleri içerse bile, önemli olan amaçtır. Bu amaç, kimileyin uğruna savaş verilen dindir; kimileyin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışamayacağınız bir tabudur; kimileyin de ne olduğunu görgül (pozitif) biçimde açıklayamayacağınız belirsiz bir bulutsudur, algılanabilir bir biçimi olmayan sistir… Bizde genellikle bu gibi amaçlar “milli çıkar” deyimiyle geçiştirilen bir soyutluktur.

Ekrem İmamoğlu, bu soyutluğu somutlamaya girişen bir bilge gibi, toplumun gözünde her gün yeni gerçeklik imgeleri canlandırıyor. Örneğin onun uygulamasında, belediye meclisi üstünde soru bile sorma gereği duyulmayan bir kapalı kutu iken, yönetim sorunlarının kaynağını sergileyen canlı yayınlarla gözler önüne serilmiştir. Yine “sevgi” sözcüğü, belirsiz bir kavram olmaktan çıkmış, sarılıp kucaklaşmalarla sergilenen birer mutluluk sahnesinde somutlaşmıştır. Kimileyin “hamasi” övgülere, ama daha çok da terör suçlamalarına konu olan öğrencilerin tek başına ulaşım sorunu bile, indirilecek bilet ücretleriyle, onların gerçekliğine birazcık dokunabilmeyi sağlamıştır vb.

Kendilerine yeni bir seçilme şansı yaratanlar, önce İmamoğlu’nun yaptıklarını ya da yapmak istediklerini birer suç girişimi olarak eleştirirken, şimdi onu “markaja alıyor”, yaptıklarının “daha iyisini” yapacaklarını söylüyorlar.

Belki toplumu buna azıcık inandırabilirlerdi, ama yıllardır yerleşmiş çıkarcı ve “ceberut” imgeleri olmasaydı!