Bilgi kuramcıları, “doğa bilimleri” ile “insan bilimleri” arasında bir ayrım yapar. Anlambilimciler de, bilimlere konu olan anlam evrenini “doğal dünya” ve “kültürel dünya” olarak ikiye ayırır. Örneğin fizik, kimya, biyoloji, astronomi, yerbilim, (doğal) antropoloji* gibi bilimler birinci; toplumbilim, ruhbilim, dilbilim, (toplumsal) antropoloji*, tarih gibiler de ikinci bölüme girer. Matematik ve mantık bilgilerine gelince, bunlar bilimden çok, bütün bilimlerin vazgeçilmez dayanağı sayılır… Böyle bir döküm ve sınıflamaya götüren güç, insandaki düşünme yetisidir; anlaktır, zekâdır. Onu özgürce kullanmasını bilen bütün toplumlarda bu yeti “Allah vergisi” olarak bilinir.
“Teoloji”, “ilahiyat” ya da “tanrıbilim” denilen bilgi alanı da, insanbilim konusu olarak, yalnızca bir dine özgü tanrıyı değil, insanlığın inancında yer etmiş olan bütün yerlerin ve zamanların tanrıları ile inanç ilkelerini inceler (Müslümanlar kendi tanrısını “Allah” özel adıyla çağırır, başkaları başka adla). Tanrıbilim her şeyden önce, dine yaklaşımda nesnelliği ve başka dinlere saygıyı aşılar inananlara. Daha da önemlisi, tanrıbilim bilinci, her türlü yobazlığı, üfürükçülüğü, inanç sömürüsünü önlemek için vazgeçilmez değer taşıyan bir insanlık donanımıdır. İnancın uygulama ilkelerine gelince, bunun temel kaynağı, özellikle birer kutsal kitaba (bizde Kuran-ı Kerim’e) dayanan dinlerde, o kitapların kendisi ya da içeriklerini bilinçlice kavramış din görevlileridir.
İşte Çağdaş Türkiye Cumhuriyet’ini kuranlar toplumda bu bilinci yerleştirmek amacıyla “İlahiyat Fakültesi” ile “Diyanet İşleri Başkanlığı”nı oluşturmuştur. Ne yazık ki şimdi o kurumları yönetenler dini yobazlığa karşı koruyacağına, kendilerinin yobazlığına karşı korunması gereğini ortaya koyuyor. Tıpkı Ortaçağın Hristiyanlık dünyasında olduğu gibi, bütün yaşam koşulları din adına, dinin öngörmediği çıkar amaçlarına bağımlı kılınmıştır. Dindışı kurumların varlık nedeni dinselleştirilmiştir. Örneğin sayısız yeni camiler yapılmasına karşın, bildiğim kadarıyla, tek bir sanat kurumu yapılmamıştır. Sayılarını alabildiğine arttırdıkları üniversitelerin başına, en yobaz dincilerin söylemini kullanan rektörler atadılar.
Onlar arada bir Osmanlı’ya dönüş özlemini dile getiriyor. Hem de akıl almaz gerekçelerle! Örneğin, yazı ve dil devrimlerimizi kötülemek ve ülkede Arap dinciliğini “ikame etmek” için, en yetkili ağızlardan, “Bir sabah uyandık ki, dilimize yabancılaşmışız” gibi, masallarda bile olmayacak savlar duyuldu. Oysa kültürel açıdan, Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ile Cumhuriyet’in kuruluşunda, bu imparatorluğun geliştirdiği kültürlerden bıçakla kesilir gibi kopulmamıştır. Şimdiki kafayla Osmanlı’nın aydınlanma süreçlerinde yaşasalardı, bizimkiler kesinlikle buna karşı da kazan kaldırırdı.
***
Georges Duhamel Atatürk devrimlerinin uygulanışı üstüne yazmış olduğu (1954 yılında, Mercure de France yayınevinde basılan) “La Turquie Nouvelle” (Çağdaş Türkiye) adlı kitabında, Türk müziği ve tiyatrosundan söz ederken şunu söyler: “Ankara’da ‘Lammermoorlu Lucia’ operasını izledim. Unutmamak gerekir ki, Gaetano Donizetti’nin kardeşi Giuseppe Donizetti on dokuzuncu yüzyılda uzun süre Türkiye’de kalmış ve hiç kuşkusuz Türk müzisyenlerin gelişmesine yönlendirici katkılar sağlamıştır” (ss. 86-87). Doğrusu Osmanlı döneminde operayla ilgilenildiğini bilmiyordum. Bilgisunara (internet) başvurdum ve özetle şu bilgiye ulaştım: “II. Mahmud Mızıkayı Hümayun'un başına ünlü İtalyan müzisyen Giuseppe Donizetti’yi Saraya bando şefi olarak atamış. Orada ona paşa sanı verilmiş. Donizetti, orkestrasının 1829 yılında Rami kışlasında verdiği konser bittiğinde II. Mahmud onu ayakta alkışlamış. 1831’de bandosuna Mahmudiye marşını çaldırarak ilk Osmanlı madalyasını alan Donizetti, Sultan Abdülmecid tahta çıkınca da onun onuruna mecidiye marşını bestelemiş”… Osmanlı yönetimi halifelikti, ama katı bir “islamcı” olmadı.
Tarihimizde hep cenkler ezberledik. Arada bir hortlayan caniliğimiz bundan olmalı.