Bizdeki gündelik kullanımlarda sözcüklerin anlamlarını ‘tek’leştirme eğilimi vardır. Sanki her sözcük için tek bir anlam varmış gibi… Örneğin yerleşmiş anlayışa göre “eleştirmek” bir şeyin ya da bir kimsenin olumsuz yanlarını göstermek, kısacası onu “yermek” anlamını taşır. Bunun karşıtı “övmek”tir. Genel olarak toplumumuzda sözlük kullanma alışkanlığı da gelişmediğinden, aynı sözcüğün değişik anlamlarda kullanılabileceği çoğu insanın usundan geçmez. Oysa sözcüklerin bir ya da birden çok yönlendirici anlamları olabilir, ama iletişimsel değerlerini, kullanıldıkları bağlamlarda bulurlar. Kimi dil kuramcıları, “kullanım dışında sözcüklerin anlamı yoktur” der. O nedenle sözlükler kullanıma hazır öğeler sunmaz, yalnızca yol gösterir.
Buna karşılık eleştiriyi meslek edinmiş olanlar, değer yargısında bulundukları öykü, roman, şiir gibi sözel ya da resim, müzik, sinema gibi söz dışı sanat yapıtlarını değerlendirirken, olumlu yanlarını da, olumsuz yanlarını da ortaya koymaya çalışır. O nedenle eleştiri konusu olmak bile bir başarı göstergesi sayılabiliyor.
Bir etkinlik olarak eleştirinin yöntemi de önem taşır. Nitekim dil kuramlarının bilimsel nitelik kazanmasıyla birlikte eleştiri anlayışı değişmiştir: Öteden beri süregelen (geleneksel) eleştiri anlayışı, eleştirmenin kişisel değer yargılarına dayanmış ve ister istemez öznel (sübjektif) bir nitelik taşımıştır. Örneğin 17. yüzyıl Fransasında şiir eleştirmeni olarak ünlenen Boileau (söylenişi: Bualo), değer yargısına dil uzatılamayan “tabusal” bir kimlik taşımıştır. Bir söylentiye göre yüzyılların en büyük buyurganlarından Fransa Kralı 14. Louis yazdığı bir şiiri değerlendirmesi için Boileau’ya gösterir. Ünlü eleştirmen ona ancak şu kadarını söyleyebilmiştir: “Yüce Kralım, belli ki kötü bir şiir yazmak istemişsiniz ve bunda olağanüstü bir başarı göstermişsiniz!”. Yakın zamana değin aynı eleştiri anlayışı bizde de yaşanmış ve sanırım şimdi de yaşanmaktadır. Ama artık kendisine dokunulmazlık tanınan eleştirmenin değer yargısına değil, incelenen “konu” ya da “nesne”nin oluşum biçimine dayanan “nesnel” eleştiri anlayışı öne çıkmıştır. Nesnelliğin daha da güvenceye alınması için kişisel yaklaşımları aşan “yöntem”ler geliştirilmiştir. Bu anlayışla ülkemizde kuram ve uygulamaya dayanan ilk eleştiri yöntemi, Adnan Benk’in 1980’li yıllarda çıkardığı “Çağdaş Eleştiri” dergisiyle gündeme gelmiştir.
Daha da ileri gidilerek, günümüzde “eleştiri” yerine “çözümleme” kavramı öne çıkarılmıştır: İncelenen nesneler için “iyidir” ya da “kötüdür” denilmiyor; yazarlara, sanatçılara öneride bulunulmuyor, onları yönlendirmeye kalkışılmıyor. Çözümleyicinin amacı, ele alınan nesnenin yapısını bütüncül bir yaklaşımla ortaya koymakla sınırlıdır. Güzelduyu (estetik) sorununa gelince bu, ilgili toplumun gelişmişlik düzeyine ve beğeni (zevk) ölçütlerine bırakılmıştır. Malum: Renkler ve zevkler tartışmaya gelmiyor.
Eleştiri geleneğinin en büyük açmazı, kişilerin, yine kişiler tarafından (övülmesi ya da yerilmesi amacıyla) eleştirilmesidir. Bu, aralarındaki yarış nedeniyle, olsa olsa siyasal rakipler için geçerlidir (ama kötü bir siyasettir bu). Olağan yapıdaki insanlar için, sayısız yanölçüler (parametreler), bu yöntemin sakatlığını gösterir. Her şeyden önce eleştiren de eleştirilen de, yaradılışları gereği, “nesnel” birer varlık olmaktan uzak, duygusal, önyargılı ve değişkendir. Kişiden kişiye tumturaklı övgüler gibi, aşağılayıcı yergiler de sağlıklı bir değerlendirme olamaz. Doğal olan, kişilerin kendilerinden çok, ortaya koydukları ürünlere bakmaktır. Ama o ürünlere yaklaşımın da sağlam dayanakları olması; niceliğe değil, niteliğe yöneltilmesi; türleriyle uyumlu bir yöntemle ölçülüp tartılmaları gerekir. Gerçi ruhbilimci, toplumbilimci ve budunbilimci (etnolog) insanları inceler, ama kişisel düzeyleri açısından değil, inceleme “nesneleri” olarak… Şunu da belirtmeliyim:
Herşeye karşın eleştirmen, güçlü sezgileriyle insanları aydınlatma işlevini sürdürecektir.