“Sıralı ölüm olsun” derler, yanıtı Cemal Süreya’dan gelir: “Her ölüm erken ölümdür.” Yahya Kemal’inki şiirin keskin saptamasıdır: “Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi / Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.” Ne ölüm üstüne kim ne demiş diye bir liste sıralamak, ne de “şair burada demek istiyor ki” mealinde çorba kaynatmak niyetindeyim. Dahası ölümün bir doğa yasası ve gerçekliği olduğuna ne kadar inanıyorsam, ölümü kutsayanları da, kendisi yaşarken her naneyi yerken, ölümden sonrasına dair vaatlerle ahaliyi dümen suyunda tutmaya çalışanları da o derece sevmem.
***
Küresel salgınla birlikte, tanımsız bir ölüm fırtınasına tutulduk. Trafikte, doğal afette, iş kazalarında, yobaz yurtlarında, rantiyeci katillerin tuzaklarında, kadın kıyımlarında, kitlesel katliamlarda demetle insanını toprağa veren ve adeta ölümle kucak kucağa, yüzgöz olmuş biçimde yaşayan ahali için bile, bu fırtına korkunçtur, travmatiktir. Trajikomik olansa, tek başına insanlığı ikna edemediğini görüp varyantlarından medet uman bir mikroba rağmen, ahalinin kucak kucağa yaşamayı sürdürmesidir. Aşı olmamak için, zürriyetinin kesileceği kuşkusundan, içine katılan çipler sayesinde bize kastedildiğine varan saçmalıklara sığınıp, bahane üretenlerle bir arada yaşıyor olmamızdır.
Biz bunları şu keder günlerinde düşünecek halde değiliz. Nusret Çetinel ağabeyimin ardından şunlar dökülüvermişti kalemimden: “Ben sizleri bulmak, biriktirmek, yol arkadaşı olmak için bir ömür çırpındım. Şimdi birer birer nereye?” Sancar Maruflu, Ferhan Şensoy, Mikis Theodorakis ve nicesi… Yitirmenin acısını, bıraktıkları boşluğu, bu ülke ve yeryüzü için ne anlama geldiğini anlatmanın mümkünü var mı? Tanımadığımız ya da değerlerini bilmekten aciz kaldığımız için “sessiz ve sitemsiz” gidenleri de bu listeye eklersek, varın ötesini siz düşünün.
Gidenlerimizin çoğuyla, ölüm sonrasında tanışmak gibi absürt bir gerçekliğimiz var. Birçok değerimizin yapıtlarının, ölmesinden sonraki satış yoğunluğuna dair bir araştırma var mıdır, bilmiyorum. Yaşarken gösterilmeyen ilgi ve saygının, tabut başında patlama göstermesindeki cıvıklık ve samimiyetsizlik oranına değinmek bile istemiyorum. “Benzeri gelmeyecek” sızlanmalarına boğulurken, hangimizin aklına “Neden gelmeyecek?” sorusunun geldiğini merak etmenin, son derece lüks olduğunu da biliyorum.
Arkalarından çarşaf çarşaf neler yaşadıklarını, nelere rağmen kendilerini var ettiklerini, onca işi, sözü ve duruşu ortaya koyarken neler çektiklerini okuyoruz. Çoğunda yasaklama, soruşturma, işkence, hapis, çile, yoksulluk, acı, yalnızlık sözcükleri geçiyor. Bunları Kaf Dağı”ndan masallar gibi mi dinliyoruz, yoksa bu ülkenin bir gerçekliği olarak mı görüyoruz? Örneğin devlet mekanizmasını işletmek, toplumsal kaliteyi korumak-geliştirmek üzere atananlar, seçilenler, görevlendirilenler bu gerçeklikteki paylarını, oturup düşünüyor, yenilerinin yaşanmamasına dair bir yüzleşmeye giriyor olabilir mi? Kendilerini bir hesap verme katına taşıyabilirler mi? Anayasa’da kültür ve sanatın desteklenmesinin, devletin görevi olduğu söylenir. Bu belirleme, “düşünce ve açıklama özgürlüğü” gibi maddelerle pekiştirilir. Bu maddeleri “ama” ile başlayıp sıfırlayan 12 Eylül faşizmi artığı mevzuatı, zihniyeti ve uygulayıcılarını ne yapacağız? Hiçbir şey tek başına anlam taşımaz, muhatabıyla, karşıtıyla ve onlara karşı tavrıyla oranlanır, ölçülür ve gereği yapılır değil mi? O zaman, hüngür hüngür ağladığımız yaşam öykülerini bu gerçeklik içinde okuyamamak, hazin bir eksikliktir. Hele ki üç günde unutup, sızlanmaları bir sonraki cenazeye kadar rafa kaldırmak, kötülükleri doğallaştırmak, yenilerine alan açmaktır.
***
“Bu insanlar bütün bunları yaşarken, devlet ne yapıyordu, ne yapmıyordu, bundan sonra ne yapmalıdır?” gibisinden bir soru, fena bir başlangıç sayılmaz.“Evimizden biri gibiydi…” İnsan bunu ancak ölümünden sonra mı anlar, gösterir? Sorun bir köşeye sığmayacak kadar büyük ve yakıcı. Demokrasiye, insan haklarına ve sanata dair algı yerlerde sürünürken, çözümü gözyaşlarında aramak anlamsızdır. Çağdaş devlet ve toplum anlayışında da yeri yoktur.