Uzun süredir belediyelerin kooperatif ve halka ucuz gıda temini yönündeki çalışmalarını takip ediyorum.
Tanzim Satış Mağazaları, ardından rahmetli TANSAŞ mağazaları (!), sonrasında onların dev market zincirlerine ticari bakışla satışını bizzat yaşamış biri olarak, yerel yönetimlerin bu konulara bakışının eşsiz önemini bilenlerdenim.
Temel gıda maddelerinin halka ucuz, piyasa fiyatlarının altında ve güvenilir/sağlıklı biçimde sunulması yalnızca kent halkını değil o bölgedeki üreticiyi de temelden destekler.
Nasıl olabilir? Birkaç yolu var ve bir örneği de bugün İzmir’de Buca ilçesinde açılıyor. Aydın Büyükşehir Belediyesi’nin üreticiden temin ederek, kendi mezbahasında kestirdiği ve satış yerinde halka sunduğu Halk Ege Et en başarılı örneklerden biri ve şimdi İzmir’e adım atıyor.
***
Aydın Halkı’nın yoğun ilgi gösterdiği Halk Ege Et; piyasa şartlarına göre daha ekonomik, uygun, ve sağlıklı et ile yöresel kooperatiflerin ürünlerini İzmir halkının da satın almasını sağlayacak.
Bölgedeki hayvancılığın ve tarımın gelişmesi için de eşsiz bir katkı olacağı öyle açık ki...
Üstelik Türkiye’nin büyük sıkıntılarından biri ‘ekonomik koşullarda et’ ve ‘ithal et’ iken bu çabaları takdir etmemek mümkün değil.
Bazı kurumların fazla et ithal etmelerinden dolayı kesim için yerli üreticiye 7 ay sonrasına gün verdiği bugünlerde hayvanların besicinin elinde 6-7 ay daha kalması besiciliğin çökmesi, bitmesi demek.
Halk Ege Et gibi oluşumlar bu sıkıntıyı da ortadan kaldırdığı için üreticiye doğrudan destek yaratıyor.
***
Günümüzde yerel yönetimlerin ödevleri yol kanal, ulaşımla sınırlı değil.
Halka dokunan, üretenin de yaşayanın da hayatına etki edecek, zincir modelleri kurmak ve sürdürülebilir kılmakta mesele...
Doğrusu kişilere lakaplar verilmesini pek sempatik bulanlardan değilim ama Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu bu tür çalışmalarıyla kendisine ‘topuklu efe’ denmesini hak ediyor.
***
Evet İzmir’de de üreticiye yönelik kıymetli adımlar atıldı. Kırsal kalkınmaya verilen desteklerle üreticinin yerinde mutlu olması sağlanırken, kırsaldan kent merkezine göç tersine çevrildi. Ancak tüketiciye doğrudan ulaştırma ayağı ‘üretici pazarları’yla sınırlı kaldı.
Üretici kazanıyor, tüketici ise çok sınırlı yararlanıyor. Çünkü bu zinciri halka yansıtacak formüller hala yeterince ortaya konulamadı.
Belki şimdi Buca’da açılan ‘Halk Ege Et’, Tire Süt Kooperatifi’nin Bornova’da kurduğu ‘Çiftçim Market’ gibi modeller genişletilerek İzmir için de tüketiciden üreticiye satış modellerine dönüştürülebilir.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ve eşi Köy Koop İzmir Başkanı Neptün Soyer’in yeni hedeflerinden birinin bu olduğunu biliyorum.
Tarım şirketi kurmak, kooperatif ürünlerini halka tanzim satış mağaza modelleriyle sunmak konularında çabaları var fakat hala henüz netleşmedi.
Evet, yerel yönetimler için bu tür hizmetler günümüzde ekstra çalışmalar değil artık zorunluluk.
Elbette belediyeler süpermarketlere dönüşmesin, geçmişteki hatalar yapılmasın ama kooperatif ürünleri ya da temel gıda maddeleriyle sınırlı satış yerleri, daha geliştirilmiş kontrol edilebilen ‘üretici pazarları’, ‘üreticiden tüketiciye aracısız modeller’ her yerel yönetimin boynunun borcu olmalı..
***
Besiciler anlatıyor
Söke'nin Burunköy Mahallesi'nden Ali İhsan Al:
"Küçük sürüsü olan işletmelere celep bile gitmiyor. Belli kurumlardan sıra alarak hayvanlarımızı kestirebiliyorduk. Şimdi hayvanlarımızı Ege Et'e getirip kestirerek paramızı tahsil edebiliyoruz.”
***
Çineli küçükbaş üreticisi Sabri Gürsoy: "Daha önce pazar sıkıntımız vardı. Hayvanlarımızı İstanbul'a, Bursa'ya götürmek zorunda kalıyorduk ve değerini de bulamıyordu. Şimdi sıramızı alıp hemen kestirebiliyoruz, ödemede sıkıntımız olmuyor.”
***
Kahraman Mahallesi'nden Ahmet Alkan: "Et ithaliyle birlikte yerli üreticinin hayvanı elinde kaldı. İthal etle et sorununun önüne geçemeyiz. Yerli üreticiye verilen desteklerle et sorununu çözebiliriz. Fakat üreticinin derdini dinleyen yok."
Korku insanı ahlaksızlaştırır
İzmir Tabip Odası’nın düzenlediği konferansların önceki gün konuğu, dostum, arkadaşım Barış Akademisyeni Prof. Dr. Nilgün Toker’di. Bu kez farklı bir konuyu başlık olarak seçmişti sevgili Nilgün. Korkuların insanlarda yarattığı kötülük. Hayli enteresan geldi, neredeyse her satırın altını çizdim: “Hakikati görme kapasitesi korkuyla ortadan kalkar. Başıma bir şey gelir mi diye korktuğumuzda anlam dünyamızın ilkeleri değişir. Korku insanı ahlaksızlaştırır. Kötülüğe izin veren, onaylayan, sessiz kalan herkes buna iştirak etmiştir.”
Konuşmasında referans olarak Hannah Arendt’in, Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Otto Adolf Eichmann’ın yargılanmasını anlattığı “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabına da yer veren Toker, Eichmann'ın sadist bir canavardan ziyade normal bir insan olduğunun altını çiziyor.
Eichmann’ın, mahkemede yaptığı savunmada söylediği, “Sadece, yasalara uygun olarak görevimi yerine getirdim” cümlesinin altında yatan mantığa da değinen Toker, “Aldığı emirle görevini yerine getiren yurttaş” söyleminin sıradanlaşmasıyla kötülüğün de derinleştiğini şöyle anlatıyor: “Eğer bir eylem kötüyü gerçekleştirdiyse, kötüyü gerçekleştirmeye karar veren bir irade söz konusudur. Yani herkes isteyerek kötü olur” Mesele vicdan da değil çünkü vicdan tam da aklı işaret eder. Vicdan iyi kötü ayırt etme kapasitemizdir. Kötülüğe izin veren, onaylayan, sessiz kalan herkes buna iştirak etmiştir. Bunu ancak yüzleşerek aşabiliriz.”
Nedense, bugünlerde bir türlü anlayamadığım kimi tutumlardan mıdır nedir, bu sözler hayli enteresan geldi.