İzmir’in çeperinde bir mahalleymiş “orası”. Hayriye daha taze gelin, 17 var-yok yaşı. Katina ise 70’ine merdiven dayamış ama dinç kadın, İzmirli kadın. Eşiyle birlikte, iki katlı evlerinde yaşarlarmış. Hemen yan evde de Hayriye ve eşi.
Üç-dört aylık evliymiş Hayriye, Yunan İzmir’e girdiği gün, gencecik kocası kaybolmuş ortalıktan. Yaşlı Katina dindar kadınmış, her hafta gidermiş yaşlı kocasıyla kiliseye.
İşgalin ilk haftası bir gün Katina Hanım koşarak Hayriye’nin evine gelmiş kan ter içinde. Çalmış kapıyı “aç kiziiiim aç kapuyu” diye de bağırıyormuş. Hayriye telaşla, heyecanla açmış. Katina Hanım soluksuz konuşmuş, “Hayriye kizim, asasin fener kapuna, kesmesin seni sarhoş palikarya, bi başınasın evde” demiş. Sonra söylediğinden vazgeçmiş Katina Hanım, “Haydi hazırlan, böyle olmaz, bize geleceksin, sen kizim sayılırsın” demiş.
Hayriye Hanım işgal bitinceye kadar Katina Hanımlarda kalmış. Hatta kendi evinin nasıl yağmalandığına da tanık olmuş.
İşgalin sona ermesine az kala Hayriye’nin kocası çıkagelmiş. Kocası Enver’e anlatmış olan biteni. Enver de işgal sırasında direnişçi adsız kahramanlardan anlayacağınız. Onun da bir öyküsü var ama daha sonra yazarım.
Enver, Katina ve eşine minnet duymuş. Duymuş ama koşullar tersine dönmüş bu kez, yaşlı başlı Katina ve eşinin canları tehlikedeymiş. Bu kez sokaklarda sarhoş palikaryalar yerine kim olduğu meçhul, serseri kılıklı “Kör Pehlivan” çetesi terör estiriyormuş. Palikaryaların 1919’da yaptıklarını bu kez “intikam” adıyla başkaları yaşatıyormuş. Hayriye Hanım da bu kez evini Katina Hanım ve kocasına açmış. Acı tesadüf işte, Hayriye’nin evine yapılanlar Katina’nın evine de yapılmış.
Asayiş berkemal olmuş ama bu kez de Katina’ların “gitmeleri” istenmiş. Enver almış iki yaşlı Rum’u karşısına “anne” demiş, çağırayım imam efendiyi, gitmeyin kalın. Gözyaşlarına boğulmuş yaşlı Rumlar. “Olamaz ki pedimu” demiş Bayan Katina “sen olsan değiştirir misin hemen?” Enver bir şey diyememiş. Mübadele emri çıkınca yine saklamışlar, çünkü Katina’nın kocası düşmüş yatağa, dayanamış bu duruma. Enver ile Hayriye saklamışlar ama, mahallede biri varmış avantacı. Adı Halil. Jandarmaya ihbar etmiş. Bir öğle vakti, bir at arabasının kasasında Katina ile kocası, toprağına gömülmek istedikleri öz vatanlarından mecburen ayrılmışlar.
Bu yaşanmış bir olay, benim tarihe bakışımı değiştiren olaylardan. Bu öykünün devamı da var ama utanç verici. Hani diyorum ya, tarihimiz çok boşluklu. Bizler yaşıyoruz ama bizler yazmıyoruz. Bizlerin içinden yazanların da bir kısmının beyni “kiralık”!
“Mübadele” yıldönümü geldi; 30 Ocak 1923…
Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmaya göre İstanbul, Bozcaada ve Gökçeada'da yaşayan Rumlar dışında, 1 milyon 200 bin kadar Ortodoks Rum Yunanistan’a; Yunanistan'daki 500 bin kadar Müslüman da Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı.
Son yıllarda “popüler” oldu bu konu. Benim de yüreğimi sızlatan da bu popülerlik. Açık söyleyeyim, aynı İzmir yangını gibi mübadele de tamamen “romantik” ve “dokunulmaz” gizemler içeriyor. Bu konuyu iki eski bavulla anlatmak yerine, Balkanlardan İzmir’e İngiliz, Alman emperyalizminin tezgahlarını ortaya çıkarsak, belki o mübadeleye tabi tutulan insanların ruhları rahatlar.
Ama çok seviyoruz biz martavalları. İki gözyaşı ile ya da aslında yaşanmamış ve uydurulmuş hatıralarla tarih anlatmaya bayılıyoruz.
Mübadele gerekli miydi? Evet gerekliydi belki.
Ama hem Türkiye hem Yunanistan açısından fatura çok ağır oldu. Gidenler de gelenler de çok uzun süre mutlu olamadı.
Gelecek yazıda da mübadeleyi konu edeceğim. Ama öyle alışılmış şekilde değil. İzmir’in yakın diyebileceğim tarihini yeniden masaya yatırmamız gerekiyor. 1838’den başlayarak her yılı tek tek büyüteç altına alıp, gizlemeden, değiştirmeden gözler önüne sermemiz şart. Bir daha tekrar ediyorum ki, İngiliz tezgahlarını artık gençlerimizin bilmesi lazım. Akademisyen tarihçilerimizden objektif yaklaşım bekliyoruz. Önümüzde 2022 var ve yaprak kımıldamıyor, oysa şimdiden hazırlığa başlanılması gerekir. Devletin de, yerel yönetimlerin de, sivil toplum örgütlerinin de, basının da artık “prangaları” kırması şart.
Cuma günü yazımda size bazı ipuçları da vereceğim. Hatta bu günlerde yeniden hortlayan “serbest şehir” martavallarının ardındaki gizemden de bahsedeceğim. Çok eski valilerden birinin İngilizlerden istediği bir ucubelik,100 yıl sonra yine “konu” oldu.
Mübadele haftasını kim nasıl değerlendirir bilemem. Ama bu anlaşmanın “kutlanacak” bir tarafı da yok.
Şunu da eklemeliyim ki, tarihte hep “filler tepişir çimenler ezilir!” Bu söz de gelecek yazının başlığı olsun.
***
UĞURLAR ÖLÜR!
Nur içinde yatsın, yeri dolmayacak gazeteci Uğur Mumcu. O gittikten sonra hızlandı basının medyalaşması. Onu öldürenlerin, tahmin edilenler olduğuna inanmıyorum. Onu öldürenler öyle büyük güçler ki, uzun yılların prodüksiyonlarını yapıyorlar. Türkiye’nin “fikri, irfanı, vicdanı hür” olmasın diye öldürüldü Uğur Mumcu. Düşünmeyelim, sorgulamayalım, tartışmayalım, aydınlanmayalım diye öldürüldü. 90’lı yılların suikastları sanki bize “bu günleri” anlattı da biz anlamadık.
Ama 24 Ocak 1993’ten bugüne ne oldu Uğur Mumcu ile ilgili, söyler misiniz?
Yazıp bıraktığı hangi kitaplarını okuduk, satın aldık, hediye ettik?
Bir yığın “anma” yapıldı ama kusura bakmasın kimse, havanda su dövmenin tekrarıydı. Onun fotoğraflarını oraya buraya asıp, onu hiç okumamış gençlere tavsiye etmemek “anmak mıdır”?
Merak ediyorum kaç kişi onun adını taşıyan vakfı biliyor?
Ama her anmada herkes “Uğurlar ölmez” diyor!
Bırakın efendiler bırakın!
Uğur Mumcu öldü. Öldü de siz ne yaptınız?
Cinayet aydınlandı mı? Hayır!
Uğur Mumcu’lar yetişti mi? Hayır!
Kitapları okunuyor mu? Hayır
Demek ki neymiş, her şeyi şova dönüştürdük ve “Uğurlar öldü!”
Aydınlıklarda uyusun, yeri dolmayacak büyük gazeteci!
***
Vazgeçmeyeceğim!
Konu gündemden düştükçe aklıma kötü kötü ihtimaller geliyor. Sosyal medyada yazıyorum, köşemde yazıyorum, bazı yayınlarda konuşuyorum ama sanki duvarlara konuşuyorum.
Sonra söylediklerimi, yazdıklarımı okuyorum ama hepsinin arkasındayım, vazgeçmem.
30 Ekim 2020’deki depremde en çok canı yanan ilçe Bayraklı.
Başta Şehircilik Bakanı olmak üzere herkes öyle konuştu öyle konuştu ki, sandık bir daha deprem de olmaz, günahsız çocuklar da ölmez.
Bu konuda yazmadığım çok anım var inanın.
Hükümet efradının, belediyelere ettiklerini bir gün mutlaka yazacağım.
Millet can derdine düşmüşken, bakan gelecek diye Eşrefpaşa Hastanesi ambulanslarını kovalamaya çalışan İl Sağlık Müdürlüğü tiplerini asla unutmam.
Ya da AFAD’ın büyük bir kibirle, İzmir’in seçilmiş iradelerine çadır zulmü yapmalarını, İstanbul Belediyesi yardım ekiplerine, düşman ordusuymuş gibi davrandıklarını da unutmam.
Tabii yalanlarlar. Hatta dikkate de almazlar. Ama bilmezler ki halk da gördü, tarih de kaydetti.
Lakin benim derdim başka.
Bayraklı’da bir pazar açıldı ki kimsenin umurunda değil. Adı “rant pazarı” besbelli. Onca boşaltılan bina var ama yıkılan çok az. Yıkılan binalar içinde ise projelendirilen sadece iki arazi var. Rivayete göre de bu işler doğrudan Bakan Bey’e bağlıymış.
Manavkuyu 275 sokak ve civarında “iş verilen” özellikle bir inşaat firması ve bir hafriyat firması. Akla, vicdana, insafa ne kadar aykırı iş varsa yapıyorlar. Depremde yıkılan dairenin ve etkilenen yurttaşların 100 katı bina ve yurttaş, devletin izniyle bu firmaların zulmüne tabi tutuldu.
Tatil, gece demeden 24 saat çalışan bu firmalar çevrede ne huzur bıraktı ne uyku. O kepçelerin, kazık çakma araçlarının yarattığı sarsıntılar da tam bir kabus. Ne insan hakları, ne kanun, ne yönetmelik geçiyor Manavkuyu’da.
İzmir Valisi Yavuz Selim Köşger, Bayraklı Belediye Başkanı Serdar Sandal resmen kulaklarını tıkamışlar. CHP, AKP, İP, MHP ortada yok. Bir tane milletvekili merak edip de ilgilenmiyor. Ama diyeyim ki, bu günlerde biz “adam yerine konmayan yurttaşlar” birleşip sesimizi yükselteceğiz. Birileri müteahhitlerden çekinebilir, biz çekinmiyoruz!
Bu arada MHP’li dostlarıma da bir “milliyetçilik” göndermesi yapayım. Milletvekilleri soruversin Bayraklı Tapu İdaresi'ne bakalım. Son zamanlarda Bayraklı’da o lüks konut, gökdelen, rezidanslardan hem de üçer, beşer, onar konut alanlar kimler? Araplar olabilir mi?
Sahi, Bayraklı’da neler oluyor, ne tezgahlanıyor?
Bayraklı’nın sakinleri, kepçelerle korkutulup kaçarsa, kimler sevinir acaba?
Boş binaların dairelerini “tan fazla para alamazsınız” diye satın alanlar mı bir şekilde?
Gerçekten merak ediyorum, birileri yurttaşları “salak mı” sanıyor?