Üç haftadır kentimiz, kendimiz, halimiz ahvalimiz üstüne konuşuyor, “görünür” olmanın koşullarına dair bildiklerimizi paylaşıyoruz. Okunuyor muyuz bilemem, bildiğim şu ki tam da bunları yazarken, kente yabancı akil konuklarımız gelmektedir. Kendilerinden, nasıl hoplayıp zıplayacağımızı ve de nihayet “arzulanan İzmir”e döneceğimizi öğrenecek olmanın heyecanı içindeyiz. Kordon esnafımız tuzlu balıkları hazırlamaya başlasa iyi olur. Konuklarımız yemeklerini yerken, biz de karşı çimenlikte mesela “kapsül kent” üstüne düşünür taşınırız. Neyse. Biz işimize bakmaya ve konuyu toparlamaya çalışacağız.

Geçen yazılarda “görünürlük” meselesini konuşmuş, “küresel kent” aşamasına geçmiş Barselona’yı örnek olarak göstermiştik. Bu kadim kentin bize anımsattığı gerçekler vardı. dünyanın en önemli liman kentlerinden ve ticaret merkezlerinden biri olduğu için “Barça” bir futbol anıtıydı. Üniversiteleri sayesinde “akademik kent” olduğu için, kültür ve sanat açısından saygı ve hayranlık gerekçesiydi. Tarımdan modaya, finanstan gelenek-modern köprülüğüne… Uzatmayayım, hayatın her alanını bir öteki alanın nedeni ya da sonucu olarak görmeyi başarmanın sonucuydu Barcelona ve benzeri dünya kentleri. Onlar dünyaya, geçmişe ve geleceğe, doğaya ve tarihe, coğrafyaya ve kültüre; kentlerinden ve ülkelerinden bakıyorlardı. Akıl, bilinç, algı, duyarlık, sorumluluk, vicdan ve tüm değerleri besleyen kaynak, işte tam da bu bakıştan doğuyor, kuşaktan kuşağa emanet ediliyordu.

İzmir bunu nasıl başaracak? Bunun için işe, var olan fotoğrafımızdan, envanterimizden, halimizden, elimizde ve aklımızda kalanlardan başlamamız gerekiyor. Sahi, biz neyin ya da nelerin sayesinde görünür olabiliriz?

Üstünde ütüden bozma, İzmirlilerin koyduğu adları dışında hiçbir albenisi olmayan vapurlar ile üçer beşer ticari gemiler de olmasa neredeyse varlığını unutacağımız, yüz yılların ihmal ve kastı ile ölüme terk ettiğimiz, spordan, espriden, yaratıcılıktan fersah fersah uzak körfezle mi? Olmayan “deniz kültürümüz”le, bundan güç alamayan uluslararası etkinlik fukaralığımızla mı?

Olimpik kent ve ahalisi olmayı başaramadığımız, mesela bu amaçla yapılan Atatürk Stadyumunu ölüme terk ettiğimiz, kentten en son hangi sporcumuzu ya da takımımızı uluslararası platformda ve kürsüde gördüğümüzü anımsamadığımız sportif halimizle mi?

Tarımda, ticarette, sanayide ve bilcümle üretim-tüketim kalite listesindeki, merkezi hükümetlerin “İzmir’in hakkını İzmir’e verme” istikrarsızlığındaki yerimizle mi? Kentte bu bağlamda sinir ve karar merkezi konumunda bulunan kişi ve kurumların refleks, talep ve elde etme çabasıyla mı?

Akademik eğitim kurumlarımızın, Dünya üniversite ligindeki yerleriyle mi? Bu kurumların düşünce, öngörme, eyleme, uluslararası bilimsel çalışmalara ev sahibi olma, sorunlara ve çözümlere yönelik ”kentin üniversitesi olma” onuruyla kent yaşamında yer edinme kaliteleriyle mi?

Mesela Halkapınar Metro İstasyonundan görünen kent manzarasıyla, kentin göbeğinde kanayan bir yara gibi duran Damlacık’la, Kadifekale sırtlarıyla, en önemli bulvarlarımızın bir arka sokaklarına egemen olan atmosferle, İzmir’e egemen olan “kent dokusu ve kokusu”ile övünerek mi?

Üç uluslararası bienal, iki küresel buluşma, ilaç için “Cannes” benzeri bir festival düzenleyemeyen iklimimiz ve bu iklim için mesut mutlu, sen ben bizim oğlan etkinliklerle huzurlu, vaz geçtim uluslararasını, bari ülkesel ve ulaşılabilir tek bir kültür-sanat dergisine sahip olmadığımızı, olanların da nereye kaybolduğunu dert edinmeyen “san’at erbabımız” ile mi görünür olabiliriz mesela? Buyurun, “günün modası, Homeros sodası” misali, pıtrak gibi orada burada dağıtılan ödüllere, düzenlenen etkinliklere bir bakın; bir de daha doğru düzgün Homeros yontusuna, adını taşıyan akademik kürsüsüne, kültür ve sanat müzesine sahip olamamış İzmir’e bakın. Bir kent kendi değerlerini görmeden, insanlık bahçesinde nasıl “görünür” olur? Kadim ozan görmez gözleriyle, bize bu gerçeği daha kaç zaman gösterebilir? Sen hala “”bu işi nasıl yaparım diye oyalanırken, Ege’nin ortasında küçücük bir ada, Homeros sayesinde, kültür, sanat, turizm, ekonomik kazanç açısından küresel görünürlüğü çoktan çözmüştür oysa.

Bu işlerle ilgilensin, düşünce, öngörü, proje, işler ve yapıtlar üretsin, demokratik-paylaşılabilir-ulaşılabilir ve de sürdürülebilir nitelikle kente ve kentliye sunsun, uluslararası kapıları zorlasın, platformlarda İzmir’e yer kazandırsın diye kurulan ajanslar, akademiler, sivil toplum şeyleri ve de sair toplaşmalardan, bunca zamandır gösterdikleri performanslara bakınca medet umabilir miyiz mesela?

Bütün bunları karamsarlık olsun diye değil, gerçeğimizle yüzleşmemiz adına yazıyoruz. Elbette yapılan işleri, gösterilen çabaları, bunlar için emek harcayanları tenzih ederiz. Ama türlü nedenlerle soluklu olamayan, kifayet ve liyakat yoksunluğu ile nefessiz bırakılan, politik savrulma, öngörüsüzlük, geçmişin başarısızlıklarından ders çıkarma-başarılarına sahip çıkıp sürdürmeyen çapsızlığa kurban giden nice niyet, iş ve ürünle yüzleşmek durumundayız.

Dört haftadır, kalemimizin yazdığı dilimizin döndüğünce, konuya dikkat çekmeye çalıştım. İzmirli olmanın hak, yetki ve sorumluluğuyla, söylemeyi ve yazmayı elbette sürdüreceğim. Bir gün çoluk çocuk “Sen ne yaptın?” derlerse, okutacak yazımız, göstereceğimiz işimiz olsun.