Yazlıkta yakınlardaki evlerden birinde oturan komşumun kızı Almanya’da bir diş hekiminin yanında sekreter olarak çalışıyor. Geçenlerde sahilde karşılaştık. “Ahmet amca dedi. Bir gün tatilim vardı cuma günü için de izin aldım, cumartesi pazar ile birleştirip 4 gün için atladım uçağa geldim. Güneşi ve balığı özlemiştim. İyi geldi bana.”

Düşündüm, bir diş hekiminin yanında çalışan sekreter. Almanya standartlarında bile ortalamanın altında bir pozisyona sahip bir çalışan. 4 günlüğüne uçağa atlayıp bir başka ülkeye gidiyor. Deniz ve güneşten yararlanıp Çeşme’de balığını yiyor ve dönüyor.

Öncelikle, Alman vatandaşı olduğu için vize diye bir problemi yok. İstediği an istediği ülkeye fırt diye atlayıp gidiyor.

Yurtdışına çıkış harcı diye bir garabete maruz değil. İnanın şaşırıp kalıyorum. Dünyanın bütün ülkeleri gelen turistten ayakbastı parası alırken, biz kendi vatandaşımızdan “ayak kalktı parası” (yurt dışına çıkış harcı) alıyoruz.

Tabii yurtdışına çıkabilmek için parasal durumu halletmek de gerek. Onların kendi ülkelerinde 1 liraya aldıklarını biz ülkesine göre USD ise 40, Avro ise 47, Sterlin ile 55 liraya alacağız. Yani ortalama olarak 50 misli para ödeyeceğiz. Yahu bu zulüm değil de nedir.

Ha birde oralarda asgari ücret 2500 avro’dan başlıyor, Hollanda’da da öyle. Emekli maaşı ise 1500 Avro civarı. Çevirin TL’ye. Dudağınız uçuklar. Gelirleri bizim kaç katımız fazla, harcamaları kaç katımız düşük.

Düşündükçe içim sıkılıyor. ‘Niye biz böyleyiz?’ diye.

Hadi bunlardan geçtim. Yurtdışı bizim neyimize “Ayranımız yok içmeye, Tahtırevan ile gideriz …. “ deyip yurtiçinde bir seyahat planlayalım dediğimizde aman Allahım tam tersi bir tablo çıkıyor karşımıza. Birçok tatil yöresinde ve birçok konaklama tesisinde fiyatlar ateş pahası, ama, hani parası bizden ortalama 50 kat daha kıymetli olanlar var ya, onlara daha ucuz bize pahalı. Sorduğumuzda oralardaki şirketler kıştan toplu rezervasyon yapıyor ucuza kapatıp ucuza satıyorlar deniliyor.

Tamam eyvallah, ticaretin mantığıdır kabul deyip, Yurtdışındaki o turizm şirketlerini arayıp yer ayırtırsanız o tesise vardığınızda sizi bir sürpriz bekliyor diyor bu yolu deneyenler. Check in yapmak üzere bankoya yanaştığınızda sizden pasaport istiyorlarmış. Şayet yabancı ülke vatandaşı kimliği ve pasaportu taşımıyorsanız rezervasyonunuzu tanımıyor, sizi otele kabul etmiyorlarmış . Hani şarkısı bile var. “ Ellere var da bize yok mi “

Düşündükçe İçim sıkılıyor . Niye onlara ucuz bize pahalı diye.

Tövbe, tövbe ben nelerden sözediyorum. Manavda taze fasulye kg fiyatı 300 TL, pekçok insan için Barbunya fasulyenin , Bamyanın yanına yaklaşmak mümkün değil. Et desen altınla yarış halinde, sebze meyve ateş pahası. Diğer ülkelerde yaşayanların yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Emeklileri cruise ile dünya seyahatine çıkıyor. Bu güzel ülkede, bu münbit topraklarda daha düne kadar kendi kendisine yeten az sayıda ülkeden birisi ilken, gıda ürünleri ithal ediyoruz, emeklilerimiz bırakın gezip tozmayı elektrik parası fazla gelmesin diye akşamları karanlıkta, doğal gaz faturası şişmesin diye soğukta oturuyor.

Düşündükçe içim sıkılıyor. Ne oldu bize böyle diye.

Bir iki ay önce İsveç’teydim. Göteborg’dan Stokholm’e aşağı yukarı 450 kilometre damadın arabası ile gittim geldim. Yol boyu araba bir kez olsun sarsılmadı. Ne bir bozuk satıh, ne bir laka. Araba yağ gibi kaydı. Senenin sekiz ayı kış, her taraf kar buz. Bu zorlu iklim koşullarında öyle bir asfalt dökmüşler ki, yıllarca bozulmadan hizmet veriyor. Biz bu güzel iklimde bırakın şehirler arası yolları, şehir içinde dahi yollarda, çukurlar, lakalar arasında sarsıla dura yol alıyoruz. Geçen sene Balıklıova – Küçükbahçe arasındaki yolda öyle bir lakaya girdim ki arabamın salıncağı kırıldı. Sonra yol yapıldı. Aradan bir yıl geçmeden aynı yol yine çukurlarla doldu. Bunlara düşmemek için slalom yapıyoruz. Malzeme mi eksik kullanıldı, denetim mi yok bilmem. Ama ben bunu yaşadıkça İçim sıkılıyor, daralıyorum, neden bizde böyle diye.

Dün Televizyonda bir haber vardı. Örgütlü suçlarda Honduras, Kolombiya Vb. Gibi ülkelerle aynı kategorideymişiz. 14. Sırada yer aldığımız söylendi.

Kadın cinayetleri doludizgin devam ediyor, magandalık diz boyu, bıçak çeken, sopayla saldıran, havaya silah sıkan, arabanın önünü kesip aynalarını kıran iki gün sonra sokakta.

Zeytinlikler madenlere feda, münbit araziler imara açılıyor, bütün şehirlerde betonlaşma hızla devam ediyor. Yıkıyoruz daha büyüğünü yapıyoruz, dün gördüğümüz bina, dükkan bugün yok. Londrada bir Pub gördüm “ Sir Arthurs Arms Bar “ üzerinde “ since 1768 “ yazıyor. Yani 1768 den beri aynı yerde hizmet veriyor. İngilterede, fransada, İtalyada hemen her avrupa kentinde, şehirlerde , kasabalarda binaların % 80’i 100 yıldan daha önce yapılmış ve olduğu gibi duruyor.

Biz bir bahane ile yıkıyoruz, içinde oturanları, devlete güvenip oturma raporu olan bu evleri alanları mağdur ediyor, sokağa mahkum bırakıyoruz.

Daha söylenecek çok şey var ama… Susuyoruz. İçimiz sıkılıyor, hem de çok sıkılıyor.