Genciyle yaşlısıyla umutlarımızın birer birer imha edildiği son yıllarda elimizde kalan tek şey mizah duygumuz. Hürer Ebeoğlu'nun özellikle Tanrının Karalama Defteri ve Mahya İblisi adlı romanlarındaki mizah duygusuna vurgu yapmam da, yazarın "İnsanların çoğu duygusuz ve acımasız. Mizah benim için akıl sağlığımı koruyan bir kalkan gibi" demesi de bu sebepten. Böylesi bir devirde bizi gülümseten tüm yazarlara selam olsun!

Romanları ve öyküleriyle tanıdığımız Hürer Ebeoğlu, aynı zamanda mektepli bir sinemacı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-tv Bölümü’nde okuyan yazarın irçok televizyon dizisinin altında imzası bulunuyor.

Bu söyleşide edebiyatçı kişiliğini mercek altına aldığım Hürer Ebeoğlu'nun ilk romanı Kulağakaçan Böceği 2017'de Doğan Kitap markasıyla yayımlanmıştı. Tanrının Karalama Defteri (Bilgi Yayınları - 2022) ve yeni romanı Mahya İblisi'ne (Bilgi Yayınları - 2024) rdair sorularımı cevaplayan yazarın Rüyaların Yazıldığı Yer ve Bir Cinayetin Kakofonisi (Küsurat Yayınları) adlı iki romanı daha var. Çeşitli edebiyat dergilerinde öykülerini de yayımlanan Ebeoğlu'nun bir öyküsü, 2018 yılında GİO Ödülleri’nde 'başarı'ya ulaşmıştı.

ŞEN KAHKAHALAR, APANSIZ HÜZÜNLER İÇ İÇE...

Söyleşimize konu olan iki romana gelince...

Tanrının Karalama Defteri, hüzün ve mizahın sarmalandığı temposu yüksek bir roman. "... bütün yapraklarını dökse de yaşama aşkı bitmeyen" okurlar için bire bir. En azından benim gibi, yazarının da öyle olmasını umduğunu sanıyorum. Birbirinden komik sokaklarda, birbirinden komik isimli kahramanlarıyla ilerleyen hikayeler sarmalı, ne yayıp edip 'ölüm korkusu'na ve 'yalnızlığa' tosluyor.

Ebeoğlu'nun yeni romanı Mahya İblisi de kahkahadan bolca nasibini almış bir anlatı. Soluk soluğa okurken cadı kahkahalarını, cin kıkırdamalarını ve hortlak feryatlarını işitir ya da yüzünüzde gülümseme bazen dehşete ve karamsarlığa dönüşürse sakın şaşırmayın. Romanın yaygın ve olası yan etkilerindendir. En çok olsa okuma neşeli bir ikircik katacaktır.

O zaman bu iki romanı biraz da yazarının ağzından tanıyalım...

YALNIZLIK; ÖLÜM VE DİĞER KORKULARIMIZ

Tanrı'nın Karalama Defteri'nin Zübeyir Bey'i yaşlı, yalnız ve huysuz biri. Onun yaşına uzak biri olarak yazarken empati kurmada zorluk yaşadınız mı?

Aslına bakarsanız zorluk yaşamadım çünkü Zübeyir Bey’in korkuları benim korkularım. Yaşlanınca ölüm korkusunun geçeceğini ya da azalacağını düşünmüyorum. Tam tersi artması da muhtemel. Yalnızlık da yine en ilkel ve güçlü korkulardan biri… Hepimizde var, kişiliğimizi oluşturan bu ve benzer korkular. Zübeyir Bey sahici duruyorsa bu yüzdendir.

Tanrı'nın Karalama Defteri de Mahya İblisi de ironisi güçlü romanlar. Sizin edebiyat anlayışınızda ve hayatınızda mizahin yeri nedir?

Mizah benim için akıl sağlığımı koruyan bir kalkan gibi. Bu bilinçli geliştirdiğim bir savunma mekanizması değil. Bir nevi içgüdü. Sonsuza kadar yaşamayacağız hiçbirimiz, dünya gelip geçici, insanların çoğu acımasız, duygusuz. Ciddi ciddi hayatı düşünmeye başladığında biraz kafası çalışan herkes karamsarlık yaşar. Bu noktada mizah devreye giriyor. Yazdığım romanlar da ister istemez benden bir parça taşıyor. Onlarda da aynı içgüdüden var.

OSMANLI GRAFİTİ SANATÇISI DA NE OLA!

Mahya İblisi bir graffiti anarşisti, pasifist bir Zorro sanki. Bu tiplemeyi yaratırken kimlerden ve nelerden esinlendiniz?

Doğru tespit. Gerçekten de grafiti sanatçılarından esinlendim. Bu beni etkilemiştir her zaman, bir gün önce önünden geçtiğiniz pis bir duvar ertesi sabah bir sanat eserine dönüşür. Bunun devrimci bir yanı da vardır. Osmanlı döneminde yaşayan bir grafiti sanatçısı hayal ettim önce… Ama çok da normal olmasını istemedim, hafif fantastik, gerçekliği zorlayan bir tarafı olmalıydı. Mahya İblisi fikri buradan çıktı.

Böcek Korkud, Mahya İblisi, Dalkavuk Sadık, Mesnetsiz İzzet gibi muzip tipler, romana ayrı bir tat katıyor. Ezberimizdeki 'ciddi' Osmanlı gibi değiller...

Aslında Osmanlı deyince benim aklıma ilk gelen şey 'ciddiyet' değil. 'aşırılıklar' ön planda bence. Tarih söz konusu olduğunda bu böyle. Eskiyle ilgili her şey çok fantastik geliyor bana… Sanki bir masal gibi… Bizde dalkavuklar, batıda soytarılar. Sokaklarda atla, kılıçla dolaşan insanlar, kementle dolaşan cellatlar. Meydanlarda infaz edilenler. İbret olsun diye ağaçlara asılanlar. Herkes kelle koltukta yaşıyor. Yarının garantisi yok. Padişahın sevmediği bir şiir yazarsan boğuluyorsun. Mizah yapmak için cesaretten fazlası gerekiyor. Nasreddin Hocamızın başına ne geldiği belli değil, çeşitli komplo teorileri var, keza Karagöz ile Hacivat’ın hikayesi ya da efsanesi de karanlık bitiyor gibi. Normalleşmiş, hayatın her alanına yerleşmiş bir şiddetin içinde gülmek ve güldürmek kolay değil. Bu yüzden geçmiş ciddi görünüyor. Batıda da durum çok farklı değil bence.

Internet Foto2 (1)

DÜRÜST BİR TERZİNİN NESİ EKSİK

Tanrı'nın Karalama Defteri'ndeki isimler çok eğlenceli. Hayatın özü sorgulanırken gülünç bir sokak ismine rastlayınca mod değiştirmekte zorlanıyor insan:)

Özellikle sokak isimleri bir temenni aslında. Askerler, bürokratlar, politikacılar, sanatçılar… Tamam, hepsi hak etmiş bir sokağa isim vermeyi. Ama neden işini layıkıyla yapan dürüst bir terzinin ismi yaşadığı sokağa verilmesin ki. Bu o kadar sıradışı gelmiyor bana. Tabii ki bunu biraz abartıp romanda mizahını yaptım ama kimin diğerinden daha önemli bir insan olduğunu hangimiz belirleyebiliriz?

Siz aynı zamanda önemli bir senaristsiniz. Bu alanda tercihler nasıl oluştu?

Daha çok drama yazmak zorunda kaldım. Arz talep meselesi yüzünden diyelim. Ama komediye, kara mizaha daha yatkın bir kalemim var. Aksiyonu da severim.

HİKAYE ANLATMADA EKSİĞİZ

Hazır kamera önüne geçmişken devam edelim. Dizi sektörü ile sinemayı kıyaslarsak hangi sektörü daha başarılı buluyorsunuz?

Ticari olarak dizi sektörü çok başarılı ve gittikçe de büyüyen bir sektör. Ama kalite anlamında bence sinema sektörü de dizi sektörü de çok yetersiz durumda. Bunun nedeni de hikaye anlatma noktasındaki eksikliğimiz. Doğulu mantığıyla düşünüyoruz hala, yeni ve sivri şeyler söylemekten korkuyoruz. Klişeyi bir kurtarıcı gibi görüyoruz. Karakterlerimiz psikolojik derinlikten yoksun, hikayelerimiz katmansız. Çünkü çevremden biliyorum üreten insanlar da toplumun geneli gibi pek okumuyor maalesef. İstisnai birkaç örnek dışında genel durum bu.

Son yıllarda sinemaya çekilmiş edebiyat uyarlamalarınıa dair düşünceniz nedir?

Ben açıkçası edebiyat uyarlaması diye özellikle ayırmıyorum filmleri. Çünkü eser senaryolaştıktan ve filme çekildikten sonra artık bambaşka bir şeye dönüşüyor. İzlediğimiz filmi kitapla karşılaştırmak yanlış. Kitap çoğu zaman sadece bir çıkış noktası olarak kalıyor.

SENARİSTLERİN RÜYASI AHMET HAMDİ

İçinizde bir edebi eserin senaryosunu yazmak istediğiniz bir ukdeniz var mı?

Özellikle edebi eserleri senaryolaştırmak gibi bir hayalim yok. Sevdiğim birçok edebi eserin de filme çekilmesi mümkün değil zaten. Çünkü edebiyat klasik anlamda hikayeye gerek duymaz, bazen sadece karakterin bilinç akışında ilerlersiniz, bazen bir duyguyu takip edersiniz, bazen çok “film gibi” başlar hikaye ama sinema hikayesi gibi merak uyandırarak gitmez. Ama şu kitaptan iyi bir senaryo çıkabilir dediğim de oluyor tabii. Mesela Ferenc Karinthy’nin Epepe adlı romanını film yapmak isterdim. Çok sevdiğim ve neden bu kadar az biliniyor diye şaşırıp kaldığım müthiş bir romandır. Film olmaya da çok uygun bence. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü de birçok Türk senaristin rüyasıdır herhalde. İyi bir film olması için sinemasal buluşlara ihtiyacı var yalnız.

İLK GÖZ AĞRIMDI SİNEMA

Sinema ve edebiyat... Sizin hayatınızda hangisi diğerine ilham kaynağı oldu?

Sinema benim çocukluk aşkımdır. Dünyayı sevmeme, hayatı anlamlandırmama sebep olmuştur. Çocukluğumdan beri film çekme hayalleri kurdum. Bu hayal gücümü besledi, geliştirdi. Senaryo yazmaya başladım. Sonra daha da özgür olmak, hayal gücümü kısıtlamamak için edebiyata yöneldim. Edebiyattan daha fazla keyif almaya başladım.

Internet Foto3 (1)

SENARYO YEMEK TARİFİ GİBİDİR

Yazma noktasında senaristlik ile edebi alanın birbiriyle çatıştığı oluyor mu?

Senaryo bir nevi yemek tarifi. Kafanızdaki filmi anlatıyorsunuz. O filmi çekmek için hangi malzemelere ihtiyaç olduğunu yazıyorsunuz. Edebi olmanıza, hatta düzgün cümle kurmanıza bile gerek yok. Şanslıysanız iyi bir aşçıya denk gelirsiniz. Sizin tariften güzel bir yemek yapar, altını yakmaz, fazla baharat koymaz hatta kendinden de bir şeyler katar. Yapımcı da önemli tabii, akşam pazarından alınan çürük çarık malzemeyle yemek yapılmaz, kesenin ağzını açmak lazım. Her şey yolunda giderse sizin ortalama senaryonuzdan iyi bir film çıkabilir. Ama yolunda gitmezse iyi senaryonuz çöpe gidebilir. Edebiyat ise bence senaryo yazarlığından daha fazla çalışma ve yazma becerisi gerektiriyor. Ama eser bittikten sonra okuyucuyla başbaşa olmak, herkesin kafasında kendi filmini çekmesi güzel.