“Keriz kandırma ve silkeleme ustaları” olarak tanımlayabileceğim dolandırıcılara karşı oldum olası bir ilgim vardı. Sanıyorum bunda en büyük pay, bu işin piri Sülün Osman’ın, her biri fıkra kıvamındaki hikayelerine ait. Adam neredeyse İstanbul’un yarısını satıp bir o kadarını da kiralamış. Hedef kitlesi cebinde parası olan “saf” insanlarmış. Taksim Meydanı girişine paspas sererek gözüne kestirdiklerinden “Burası komple benim” diye para alıp sonra da bu “kârlı işletmeyi” satabilecek kadar inandırıcı, çıktığı mahkemede hakime “Kusura bakmayın ama bu memlekette Taksim Meydanı’nı, Galata Köprüsü’nü, Galata Kulesi’ni alan eşekler olduğu müddetçe ben bunları satarım arkadaş” diyecek kadar dobra, cezaevindeyken “Alınteri ile Yaşamak” konulu konferansta konuşmacı olmayı kabul edecek kadar da özgüven sahibi bir abiymiş Sülün Osman. Toprağı bol olsun.
Gerçi günümüzde geçmediğimiz köprünün parasını bizden alarak ona şapka çıkartanlar bile olduğu söyleniyor ya… Dağıtmayalım konuyu…
Havasından mı, suyundan mı, yoksa kısa yoldan köşeyi dönmeyi sevdiğimizden mi bilinmez ama dolandırıcılık açısından çok bereketli topraklara sahip olduğumuz kesin!
İstanbul’da, Rumların yoğun olduğu bir semtte sahte karakol kurup kendini komiser ilan eden, çağırdığı gayrimüslimleri dolandıran Eyüplü Halit var mesela… Eskilerden… Adam cezaevindeyken mektup yazıp diktatör Mussolini’yi bile dolandırmış, iyi mi?
Selçuk Parsadan’ı da unutmayalım tabii… Telefonda dönemin en popüler generallerinden birinin sesini taklit ederek Başbakan Çiller’den “Kemalistler Derneği” için (üstelik örtülü ödenekten) eşek yüküyle para kaldıran gerçek bir üstattı o.
Gel zaman git zaman, bankerleri saadet zincirleri, “Jet”leri tosuncuklar, kendini polis ya da savcı olarak tanıtıp hesapları boşaltanları da kriptocular izledi.
Takvim yaprakları düşüp yıllar ilerledikçe, bu alanda ünlenen dolandırıcı sayımız arttı şükür!
Üstelik yeni ve yaratıcı yöntemlerle çıktılar kamuoyunun karşısına… Bırakın bir kısmının “yaptığıyla” kalmasını, aralarından milletvekili seçtiklerimiz bile oldu.
Bir de az koparıp sürümden kazanılan, fazla kimseyi rahatsız etmeyen, hatta bazılarını gülümseten dolandırıcılar var.
İngilizlerin dolaşımdaki en büyük parası 50 Sterlin olmasına rağmen “Yanımda Türk Lirası yok” deyip esnafa 100 Sterlin bozduranlar, 3 bin lira karşılığında cennette sizin adınıza deve kestireceğini söyleyenler, dondurma çubuklarının üzerine “bedava” yazıp bakkalları söğüşleyenler vs…
Ya da “benim” dolandırıcım gibi…
*****
Onu ilk kez Swiss Otel’in yanındaki Sevgi Yolu’nda gördüm. Hani şu sahafların bulunduğu palmiyeli sokak... Nedenini bilmiyorum ama keyfimin gayet yerinde olduğunu hatırlıyorum. Boş gözlerle etrafa bakarken birden karşıma çıktı:
- Merhaba, napıyon?
50-55 yaşlarında, 1.80- 1.85 boylarında, yanakları dolgun, beyaz tenli, hafif kirli sakallı, güleç yüzlü bir adamcağızdı. Biraz da mahcup…
Refleks olarak karşılık verdim ben de.
- İyidir. Sen nasılsın?
Hiç farkında olmadan kendimi samimi bir ortamın içinde bulmuş, tanıyıp tanımadığımı bile bilmediğim bu esrarengiz adamla bir anda “senli-benli” muhabbetin içine dalmıştım. Yok yok! Kesin bir yerden tanıyor olmalıyım. Yoksa o kadar insan içinden beni görüp neden “merhaba, napıyon” desin ki? Çok da sevecen bakıyor. Üstelik ikinci cümlesi “aynı yerde misin?” oldu. Demek biliyor beni.
Tek cümleyle ne yaptığımı söyleyip hemen ardından onu hatırlayabilme konusunda bana ipucu verebilecek sorular sıraladım peş peşe?
- Anlat bakalım, sen neler yapıyorsun? Aynı yerde misin? Nerelerdeydin ?
Soruya bak! Sanki uzun süredir görmemişim de çok özlemişim. Gökte ararken yerde bulmuşum.
O da ceza sahası içinde beklediği pası alan santrafor... Yok yok, uzun süredir beklediği sazanı oltasının hemen dibinde yerde gören emlakçı İhsan Abi gibi heyecanlandı. Ama gözlerindeki parıltının gelmesiyle gitmesi bir olmuştu. Bir anda yüzünün şekli değişti. Üzgün ve biraz da utangaç bir tavırla anlatmaya başladı. Hastanedeymiş uzun süre, kalp rahatsızlığı geçirmiş, çok sıkıntı yaşamış falan...
İşte o zaman ampul yandı bende! “Şimdi para isteyecek” diye geçirdim içimden.
Ve bingoo!
- Paraya çok sıkıştım. Seni görünce o yüzden çok sevindim.
Anlaşılmıştı Vehbi’nin kerrakesi. Yeni bir soruyla köşeye sıkıştırıp öldürücü darbeyi vurabilirdim artık.
- Sen beni nereden tanıyorsun, bir söyle bakalım!
Başladı top çevirmeye ama konuştukça batıyor. Baktı olmayacak, “hadi sana iyi günler” deyip hızla uzaklaştı.
Yaklaşık bir ay sonra bu kez Çankaya’da gördüm onu. Ama o farkında değil! Bir yerde sotaya yatıp ne yapacağını izlemeye koyuldum. Yöntem aynıydı. Kent merkezinde volta atıp gözüne kestirdiği sazanları yemliyor ve oltaya gelmelerini bekliyordu. Tramvay raylarının olduğu kavşakta yanaştı gençten, iyi giyimli bir adama, başladı konuşmaya. Karşı taraftan beklediği elektriği almış olacak ki, rolünün hakkını veren mimik ve jestlerle destekledi sözlerini. Kısa bir duraklamadan sonra genç adam elini cüzdanına götürüp bir miktar para uzattı.
Ayrılmalarından sonra hemen “av”ın yanına yanaşıp sordum.
- Pardon, az önceki adam sizi tanıdığını söyleyip para mı istedi?
- Evet
- Peki siz tanıyor muydunuz onu?
- Yok, çıkartamadım valla!
Benimki de ne şanssa, aynı adama geçenlerde Kıbrıs Şehitleri’nde yine rastladım. O beni tanımadı tabii… Karşılıklı yürürken kendisine baktığımı gördü. Gözlerini ayırmadan bana doğru gelirken hafiften gülümsemeye başlamıştı bile.
- Merhaba, napıyon?
(Önemli not: Eşgal ve mekanlar bire bir doğrudur. Aman diyeyim dikkat!)