Yabancı ülkelerdeki renk uyumunun sağlandığı şehirlerin fotoğraflarını paylaşmaya bayılıyoruz ama iş kendi sokağımıza gelince o uyumu asla aramıyoruz.
Duvarlarımızı özellikle komşunun eviyle alakasız renklere boyuyoruz ki 'farkımız' ortaya çıksın.
Mesela bizim sokağın başında bir ev var. Allah o evin duvarını o renge boyayanın tepesinden baksın!
Dünyanın en çirkin moru... Sokağa her girişte ev sahibinin kulaklarını çınlatıyorum.
Oysa "renkler" çok önemli. Milattan öncesinden beri.
Tarih boyunca sadece estetik kaygılarla değil tedavi amacıyla da renklere hep önem verilmiş.
İnsanlar evlerini ona göre boyamış, giysilerinin renklerini ona göre seçmiş.
Buna hâlâ dikkat edilse keşke. Renklere, bebek odalarını maviye ve pembeye boyamak dışında da gereken önem verilse.
Her şehrin bir rengi olmalı mesela. Doğru düzgün plajı, sahili olmayan Yunan adalarının fotoğraflarına bakınca neden iç çekiyoruz acaba? Gözümüz sadece beyaz duvarları ve çivit mavi kapıları, pencereleri görüyor da ondan.
Floransa sarısı denilen bir renk var malum...
İtalya'daki Burano Adası mesela... Sosyal medya hesaplarınızdaki paylaşımlarda defalarca önünüze düşmüştür.
Burano gibi rengarenk şehir çok dünyada. Sadece o fotoğrafları görüp insanların merak ederek ziyaret ettiği yerler bunlar.
Bir de bizim şehirlerimize bir bak. Grinin binbir tonu!
Ya çıplak sıva ya da ona bile tenezzül edilmemiş, sadece tuğla!
Üç kuruşa elimize bir kireç boya alıp sıvanın üstüne vurmak zor gelir.
Çiçek desen, hepimiz antofobiğiz. (Anthophobia: Çiçek fobisi. Çiçek görünce iğrenme, korkma.)
Bir paslı tenekeyi maviye boyayıp içine bir dal sardunya ekmeye üşeniriz, aklımıza bile gelmez.
Komşuların evlerine uyumlu bir renk seçelim de mahallemiz güzelleşsin, kimse demez.
Kabul edelim, her alanda geçmişimize inat gittikçe daha estetikten uzak, daha zevksiz, daha renksiz, daha tatsız bir toplum oluyoruz biz.
Nerede Osmanlı'nın şehir planlaması, nerede oya gibi yalıları, cumbaları, konakları, nerede mütevazı ama bir o kadar karakteristik Safranbolu, Muğla, Karadeniz evlerinin zerafeti, sıcaklığı...
Hakikaten nerede?
Saçmalama hakkı
Şebnem Bozoklu'nun başına gelen düşmanımın başına gelmesin.
Bu hayatta yargıladığını yaşamadan ölmüyorsun, o yüzden kimse ahkam kesmeye kalkmasın.
Tamam olayı neresinden tutsan elinde kalıyor, doğruya doğru.
Ünlüsün, evlisin, sabaha karşı Bodrum'da iki erkek arkadaşla, üstelik iç çamaşırlarıyla denize giriyorsun, içlerinden bir tanesiyle de uzun uzun öpüşüyorsun.
Şimdi bir kere, bu hiç de estetik olmayan fotoğrafları yayınlayıp yayınlamamayı tartışmasın hiç kimse.
Yayınlanır tabii... Dünyanın her yerinde bu fotoğraflar haber değeri taşır.
Hatta magazin basınının en sevdiği haber türüdür.
Bu yüzden Bozoklu basına hiç kızmasın.
Ama kendine de kızmasın.
Bu dünyada herkesin ara ara saçmalama hakkı vardır.
O da bu hakkını fazla fazla kullanmış işte. Bu fotoğrafları ve bu haberi unutturması çok uzun zaman alacak sadece.
Vallahi ne diyelim, geçmiş olsun. Rezillik gelip geçici Allah can sağlığı versin.
Ne mana yani?
Cem Yılmaz'ın hayatına aldığı kadınlarla ilgili birbirimize dönüp "ne mana?" demekten biz sıkıldık o bıkmadı.
Kendine yakışanı, model olmayıp, başka tür hasletlere sahip olanını ne zaman bulacak ve sevenlerini sevindirecek acaba?
Şimdi yani gerçekten Ebru Şallı ne alaka?
Hem Şallı'nın bir prensi vardı, ondan ne zaman ayrılmıştı ki?
Magazin basınını bir süredir hakkıyla takip edemiyorum.
Ülke gündemi öyle sert ki, eğlenceli ve insanı hafifleten konularla ilgilenmek insanın içinden gelmiyor.
Epeydir şöyle ağzımızın tadıyla ünlü dedikodusu yapamıyorduk.
Bir araya gelmesi tuhaf karşılanan bu ikili, bir süre oyalar bizi...