Semiha Berksoy sadece bir opera sanatçısı değil, aynı zamanda bir ressam, bir sahne sanatçısı ve hayatı boyunca sanata adanmış bir ruh olarak anılır.
Semiha Berksoy, 1910 yılında, sanatla iç içe bir ailede dünyaya geldi. Henüz sekiz yaşındayken annesini kaybetmenin travması, onun dünyayı farklı bir gözle görmesine neden oldu ve bu durum, ileride sanatının temel taşlarından biri olacaktı. Hayatı boyunca operayı, tiyatroyu ve resmi aynı tutkuyla kucakladı. Genç Cumhuriyet'in sanat devrimlerine öncülük eden isimlerden biri olarak, Atatürk'ün talimatıyla sahnelenen ilk Türk operası Özsoy'da sahne aldı.
1934 yılında, Richard Strauss'un Ariadne auf Naxos operasında "Arna" rolüyle Avrupa opera sahnesine çıkan ilk Türk kadın sopranosu oldu. Bu başarı onu uluslararası sahneye çıkan ilk Türk opera sanatçısı da yaptı. Ancak onun hikayesi sadece bir "ilk" olmanın ötesindeydi. Berksoy, sanatı bir meslekten çok, bir "aşk" olarak tanımlardı.
Ancak Semiha Berksoy’u sadece sesiyle sınırlamak haksızlık olur. O aynı zamanda güçlü bir ressamdı. Tablolarında çoğu zaman kendi iç dünyasını, aşkı, tutkuyu ve dramatik duyguları yansıttı. Sahnedeki varlığı gibi tuvallerinde de sınır tanımadı; renkleri, formları ve duyguları cesurca kullandı. Sanat onun için bir yaşam biçimiydi.
Berksoy’un yaşamı boyunca sergilediği duruş, özellikle kadın sanatçılar için ilham verici oldu. Sadece yeteneğiyle değil, sahneye ve sanata duyduğu aşkın sınırsızlığıyla da örnek oldu. Onun sahnede makyajlı yüzü, göz alıcı kostümleri, dramatik tavırları sadece bir performans değil; bir başkaldırı, bir ifade biçimiydi. Yıllar sonra, 90'lı yaşlarında bile Robert Wilson'ın operasında sahneye çıkması, onun sanata olan bağlılığının ve enerjisinin yaşla sınırlanamayacağını gösteren çarpıcı bir örnektir.
2004’te hayata veda eden Semiha Berksoy, geride sadece plaklar, tablolar ve fotoğraflar değil, sanatın gücüne duyulan inancı bıraktı. Bugün onun adını taşıyan kurumlar, ödüller ve sergiler, bu büyük sanatçının izlerini yaşatmaya devam ediyor.