Yazgülü Aldoğan, Cumhuriyet Gazetesi’nin 10 Temmuz tarihli sayısında, “Toplumcu Gerçekçi” anlayışa yönelik bir yazı kaleme aldı. Arnavutluk resim-afiş tarihinden bir seçkinin sergi açılışından hareket eden yazı, şöyle başlıyordu: "Açıkça belirtmeliyim ki, sanat akımları içinde en sevmediğim ve zaten devrini tamamlamış olan kültür-sanat akımı, "Toplumcu Gerçekçilik" diye kibarca adlandırılan ama temeli iyi niyetle de olsa yeni bir insan modeli inşası için propaganda malzemesi yaratmak olan akım."
Türkçesine ve imlasına dokunmadığım paragrafın arkası, bilinen ya da bilinmesi gereken üslupla, Osmanlının bitiş-Cumhuriyetin başlangıç yıllarından bugüneToplumcu Gerçekçiliğe yapılan saldırı zincirinin son halkasını oluşturuyordu. Kişisel sosyal medya hesabımda “Toplumcu Gerçekçilik bir rüya değildir Hanımefendi. Siz “kitsch”de kaldıysanız, sanatın suçu ne?” başlığıyla eleştirdim ve böyle bir yazının Cumhuriyet’te ne işi olduğunu sordum.
Tarihsel açıdan toplum-sanat-sanatçı ilişkisinden ve geçirdiği evrim-devrim sürecinden başlayarak, söz konusu sanat anlayışının düşünsel-estetik irdelemesini yapacak değilim. Ne malumatfuruşluk, ne saygısızlık etmek isterim. Özgeçmişinde Postadan Cumhuriyete, hem de akademik apoletlerle uzun bir yürüyüş yaptığı yazan Aldoğan’ın da bilmesi gerekir/di. Yazdıklarını Cumhuriyet’teki değerli kalemlere bir okutmasında yarar var/dı. Gazete de, yazarına güvenmiş olmalıydı. Öyle ya, koskoca Cumhuriyet, “kültür sanat sayfası yöneticisi” yaptığı birine güvenmeyip de, kime güvenecekti?
Kimseye şu sanat akımını sev, bunu dinle şunu izleme diyecek değiliz, faşistlerden ve yobazlardan bir farkımız olmalı. Lakin bu yazı, sanatın çok ötesinde şeyleri konuşmamız gerektiğini söylüyor ve bu haliyle bile öteden beri dillendirdiğim “sanatın hayata düşünsel-estetik bir müdahale olduğu” söylemini haklı çıkarıyor.
Aldoğan’ın anlatımındaki saygısızlığı, konjonktürel alaycılığı ve tutarsızlığı nasıl anlatayım derken, örnek 11 Temmuz tarihli Hürriyet Gazetesi'nde, A. Hakan’ın barolar üstüne yazdığı, sözüm ona alay eden, küçümseyen ve paketleyip sona erdirdiğini savlayan kibirli herzeyle geldi. Sanki gazetesi ve köşesi ve benzer medya kardeşleri, baroların itirazlarına ve önerilerine baştan beri iki satır-iki saniye yer vermiş, karşılaştıkları tavırları, gördükleri muameleyi kamusal sorumluluk ve basın duruşuyla aktarmış gibi; A. Hakan baroları ve başkanları görevlerini yerine getirmemekle, sorunlarını halka anlatamamakla, böylece kamuda karşılık bulamamakla suçluyordu. Bu tavrı, eli kolu sımsıkı bağlı bir boksörü, rakibinden dayak yediği için eleştirme ve alay etme insansızlığı ve insafsızlığından başka bir örnekle açıklamak mümkün müdür?
Aldoğan’ın, daha ilk satırlarında, ilk notalarında, ilk dizelerinde, bunu niye yaptıklarını açıklamak için ağızlarını ilk açışlarında ağır hakaretlerle, işkencelerle, şeytanileştirmelerle, uzun yıllara dayanan mahkûmiyetlerle karşılaşan “Toplumcu Gerçekçi”lerin yaşadıklarını unutturan ve böylesine bir yazı yazdıran arka-plan zihniyet ile A.Hakan’ın üslubu arasında elbette hiçbir fark yoktu.
Aldoğan ve benzerlerine, Nazım Hikmet’ten Aziz Nesin’e, Rıfat Ilgaz’dan Enver Gökçe’ye, Ruhi Su’dan Balaban’a, Orhan Kemal’den Sabahattin Ali’ye hangi sayısız örneği anlatsak acaba? Mesela, Uğur Mumcu’nun “40’lı Yılların Cadı Kazanı”nı hele bir oku desek olur mu? Ya da hepsinden vazgeçip, Nazım Hikmet’e “Putları Yıkıyoruz!” dedirten düşünce ve estetik gücün ne anlama geldiğini sorsak, bir yanıt alır mıyız? Bugün AVM kitaplarına, endüstriyel tuhaflıklara ya da Hidayet Karakuş ağabeyin deyişiyle, sanata ve edebiyata sokulmuş “Truva Atları”na bayılan bayılabilir. Sanatı, hezeyan ya da sızlanmak sananlar ve de “temaşa, tezyin, terennüm” olarak kabul edenler de olabilir. Ama sorumuz her sabah karşılarına dikilecektir: toplumdan ne anlıyorsun, gerçekçilik ne? Sanatı da sonra sorarız.