Yoksul semtlerde büyüdüler, iyi insanlardan, güzel öğretmenlerden ve pencereler açan kitaplardan başka kimsesi olmayanlar tarafındaydılar. Onlardan aldıklarını insanı, yurdunu, yeryüzünü sevmeye, dünyanın değişebileceğine dair umuda, emeğe ve çalışkanlığa tahvil etmeye çalıştılar. “Kimi çocuklar çabuk büyür, Çınarlı çocukları hepsinden çabuk büyür…” O şiirdeki çocuklardı. Her şeyleri zamansızdı bu yüzden. “Bir yanımız iki günde 50’sine ulaşırken, bir yanımız eskiyen nüfus kâğıtlarına inat, hep 9 yaşında kaldı.” Yanıtını çoktan buldukları sorularla büyüdüler belki, yanıtını bulamadıklarıyla hep acemi, hep şaşkın, hep eksik kaldılar, bu da doğru. Bu yüzden, bir yanlarında vahim hatalar, hüzünler, yıkımlar kanar; bir yanlarında inandıkları gibi yaşamanın erik ağaçları çiçek açar.
***
Ülkelerinin garip bir çağına denk düştü ömürleri. Apoletlisi, apoletsizi, kimi çek defteri suratlı kimi yobazlığın fırdöndü alçaklığı, kaç darbeyle sınandı ülkeleri. Evler dağıldı, insanlar parçalandı, arkadaşlar asıldı. Bellekler silindi, yoksulluk yazgıya sömürü sıradanlığa dönüştü. 100. yılına varmadan, güzelim bir Cumhuriyetin değerleri, henüz çiçeklenmemiş tarumar bir bahçeye dönüştürüldü. O bahçenin çiçeklerini ormana çevirmek isteyenlere diş bilendi. Barışı, savunanları dinamitlediler, bombaladılar, yaktılar. İnancın masumiyetinden, gözü dönmüş yobaz katiller; halkını ulusunu sevme erdeminden, ırkçılık, düşmanlık, kin ve kan kusan yaratıklar peydahladılar. Bir ülkeyi dilinden, birikiminden, renklerinden, kültüründen ve düşlerinden habersiz canlı cenazelerin morguna çevirdiler. Öncekiler yokmuş, sonrakiler olmayacakmış gibi yaşayan, payına düşen talanla bayram eden, haksızlık sırasının kendine gelmesini bekleyen ucuz, bayat, yavan, mide bulandırıcı bir zihniyeti egemen kılmak için çalıştılar. Dağın zehirlenmesini, derenin kurumasını, göllerin çölleşmesini umursamayanlara, tasarımında ve yaratılmasında zerrece katkısı olmayan aletlerle oynamak kaldı. Her türlü kazaya, salgına, afete, perişanlığa açık kitleler, ancak bir kere yaşayacakları ve yaşatacakları hayata yabancılaştırıldı. Linç güdüsü doldurulmuş bilinçaltlarıyla, çocuklarını kıstırdıkları köşelerde döverek öldürecek kadar insansız ve insafsızlaştılar. Bir caddeyi paylaşmaktan aciz yaratıkların birbirlerine demirlerle saldırdığı bir coğrafyada, kadınlar kolaylıkla dövülebilir, öldürülebilir, hayatın her alanında yitirilen namus, erdem, inanç ve varoluş değerleri, karşı cinsin ölü bedenleri üstünden savunulabilirdi. Kendinden güçsüzlere karşı faşist kesilen, kendinden güçlüler karşısında yaltaklanıp boyun eğen zavallılar egemendi artık güzelim hayata.
Böylesi bir coğrafyada hukuk, adalet, hak, eşitlik, sorulması gereksiz, peşine düşülmesi suç, her türlü standardını yitirmiş birer boş kavrama dönüşebilirdi. Yurttaş ve toplum olmanın, demokratik bir hayatı ve düzeni paylaşmanın hak ve sorumlulukları yok edilmişse, hatırlatanlar şeytan, talep edenler düşman, itiraz edenler hain ilan edilebiliyorsa, en hazini bütün bunlar makul ve makbul karşılanıyorsa, artık her şey için zaman ve iklim hazırdı. Tarih yeniden yazılabilir, her kavrama takla attırılabilir, dün söylenenler bugün reddedilebilir, birikimler çöpe atılabilirdi. Belleksizlik batağı usulca coğrafyaya yayılırken, bilimin, sanatın, eğitimin, aklın ve vicdanın kaybolup gitmesi kimseyi dertlendirmezdi. Çünkü başta basın olmak üzere, varlık nedeni bunları söylemek, uyarmak, yasaları uygulamak olan kurumlar, gerçeği örten birer şala dönüşmüştü.
***
Elbette yok sayılıyor, okunmuyor, görülmüyor, korkuluyor, öfke duyuluyor, özgürlükleri ve bağımsızlıkları boğuluyor diye; bilim, estetik, sanat, düşünce intihar etmiyordu kuşkusuz. Onlar, doğanın küçücük dereleri misali, kendi yollarını bulur, buluşur, ırmaklara dönüşürdü. İnsanlığı binlerce yıldan beri taşıyıp, bugünkü noktaya taşımışlar, dahasını da “dünya bir gün soğuyacak” demlerine kadar sürdüreceklerdi. Yeryüzünün ve ülkenin hastalıklı çağlarına rağmen bunu başaranlara; insan ömrüyle sınırlı, egemenliklerin gel-geç tahakkümleri kadar aciz, diyalektiğe mahkûm zamanların ve zavallıların yapacağı ne olabilirdi ki? Olan dünyaya, ülkeye, birikimlerine oluyordu, bu doğru. Bir kuşaklar katliamıyla zamanlar, kaynaklar, yaratıcılıklar örseleniyordu kuşkusuz. Ama o değerler, tam da bunun için vardı.
İnsana yakışan ne varsa, hepsi bu dünyada yaratılmıştı, yine bu dünyada yaşayacak. Çünkü o çocukların kulağına doğarken fısıldandı: “Birinci görevin, umutsuzluğa direnmektir!”