Gazeteci, tam mesleğine uygun biçimde, 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü'nde elveda dedi. Günümüz dünyasında henüz orta yaştan sayılan 58 yaşındaydı. Şairin dediği gibi, her ölüm erken ölümdü kuşkusuz. Ama bir gerçek daha vardı, bu coğrafyada eğer olup bitene duyarlıysan, hayata, ülkene ve geleceğe karşı sorumluluk duyuyorsan, itirazdan ve onurdan yana bir saf seçmişsen, o yaşı üçle beşle onla çarpman gerekirdi. Ne kadar seversen sev, ne kadar savunursan savun, o hayatı sana kolay, ferah ve dilediğince yaşatmazlardı. Sen üç kişilik, beş kişilik, on kişilik bir ömre alışmalıydın.
Gazeteciliğin ne demek olduğunu, bir yaşayanlar, bir de olup bitene gözlerini yummayanlar bilir. Bunun üstüne, bu coğrafyaların yazgısı olan kendini anlatamamayı, bir iş için bin yol kat etmek zorunda kalmayı, el emeği göz nurunun bırak karşılığını almak, hiç olmazsa sömürülmekten kendini kurtarmayı eklediğinde, yükün ne hale geldiğini, ancak yaşayanlar bilir.
Hayır, şunca yılın tanışıklığında Vecdi bunlardan hiç yakınmadı. İşini iyi yapma çabasının malum sorunları dışında, bunlardan hiç söz etmedi. Ama o çizgilerin yüzüne, o gümüşlerin saçına sakalına boşuna gelmediğini bilirdim. Biz işi çok çocuklar kuşağındandık. Bir işi yapıp bitirmenin ve arkana yaslanıp dinlenmenin keyfini hiç tatmadık. Böyle bir olanak tanınsa, üç dakika sonra huzursuzlanıp, başına bir iş sarmadan duramayan yapılardan söz ediyorum. Yalnızca çok iş az ekmek olduğundan değildir bu. Olunması gereken yerde olma, yapılması gereken işi yapma, dünya görüşünü yalnızca kelamda bırakmayıp, hayatı ihmal etmeme ve bir ucundan tutma çabasıdır. Vecdi’nin özeti budur.
Cemiyete giderken, Karşıyaka’da belediye önünde ve camide tabutuna bakarken, hem Vecdi’yi, hem iki günlük acılarıyla Münir Özkul’u ve Aydın Boysan’ı, son zamanlarda karanlık bir çığa dönüşen ölümlerde yitirdiğimiz değerleri düşündüm. Büyük boşluklar bırakarak gidiyorlardı. Memleketin içine itilmeye çalışılan cehalet, ilkellik ve incelikten nasipsizlik kuyusunda, bu boşluğun ne anlama geldiği ve nasıl doldurulacağı sorusu, hepimizin asal derdi olmalıdır. Çünkü asıl tragedya, bundan sonra başlayacak. Aziz Nesin’i ve Muzaffer İzgü’yü yalnızca fizik olarak yitirmediğimizi, gülmece edebiyatımız çölleştiğinde anlayacağız. Münir Özkul’siz, Müşfik Kenter’siz kaldığımızı, bugünkü oyalanmaların yetmediğini hissettiğimizde göreceğiz. Hayatın her alanındaki büyük boşluklarda, geçmişle kof övünmelerin, bugüne ve geleceğe dair hiçbir değer taşımadığını yaşayacağız. Örneğin, Mustafa Kemal Atatürk’ü yalnızca anıyor muyuz, yoksa köşe bucak arıyor muyuz? Bir ülkenin yalnızca kişilere ve onların belirledikleri zaman dilimlerine muhtaç olması, acınacak bir durumdur ve bunlarla oyalanmak beyhudedir. Şimdi neden gidenlerin yerlerine yenileri gelmiyor, gelemiyor sorusu, bu ülkenin nereye savrulduğuna dair güzel bir kerteriz oluşturmaz mı? Neden bilim, akıl, sanat, aydınlanma diye çığlık attığımız, böyle bir soruyla daha iyi anlaşılmaz mı? O büyük boşluklar, kimler tarafından ve neden betonla örtülüyor diye düşünmenin ve davranmanın tam sırası değil mi? Asıl bunları sormamız ve yanıt bulmak için silkelenmemiz gerekiyor.
Vecdi işte bunun için çocuklara ve onlar için iş yapmaya çok önem verdi. Uzun çabalara ve ürünlere dönüşen gazetecilik, yayıncılık, sergi düzenlemeleri, yazarlık çalışmalarından sonra, son dönemde çocuklara eğildi. Bir süre çalışıp ayrıldığı Karşıyaka Belediyesi'ne, Başkan Akpınar’ın çağrısıyla geri döndü. Çocuk Kulübü'nü kısa sürede dört binlere yaklaşan kocaman bir çocuk kitlesine ulaştırdı. Geçmişin “Kıpırdak” deneyimiyle, düzenli olarak çocuklar için gazete çıkardı. Ne güzeldir, adı Çocuk Kulübü'ne verildi. Belediyenin çalışmalarında, her konudaki birikim ve deneyimiyle yer aldı. Yoldaşlığımızın emek paydaşlığına dönüşmesinin sevinci ise kısa sürdü. Şairin dediğince, ölüm adın kalleş olsun!
Sevgili kızı Ekin’in konuşmasını ve boşuna yaşamadığının huzurunu duyduğunu biliyorum. Ölüm kaçınılmaz bir gerçek, ama Vecdi Altay unutulmayacak, işte bu daha da gerçek…