“Neye yaradı bu cesur yürek?
Uzaklaştırabildi mi ondan
kara ölümü?”
HOMEROS
Bugün günlerden “Referandum”.
“Oylama”yı “Halk”a bırakalım.
Bugünkü yazım yarınla ilgili.
17 Nisan, hem “gonca iken soldurulan” Köy Enstitüleri'nin kuruluş yıldönümü, hem de beni “Oğul” kabul eden, “fikrimizin rehberi” Halikarnas Balıkçısı'nın doğum günü.
Köy Enstitüleri ile ilgili yazıları, başta Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Başkanı Prof. Dr. Kemal Kocabaş olmak üzere, bu köy okulları çıkışlı Mevlüt Kaplan, Bahattin Uyar ve yaşamda bulunan öteki mezunlar yazacak.
Bense, Halikarnas Balıkçısı'ndan öğrendiğim iki şeyden söz edeceğim.
Birincisi, onun, vatanımızı adeta bize bağışlaması. Ne demek bu? Üzerinde yaşadığımız toprağı tanıtıp sevdirdi bize. Sevilmeyen yer ne kadar “vatan” sayılabilir?
Bir de azmi, her türlü beden ve ruh sıkıntısını yaşama sevincine döndürebilmeyi gösterdi bize.
Şöyle bir anıyla başlayayım:
Ustam, sağlak idi; sol eliyle yazı yazamıyordu. Birikimlerini öte dünyaya götürmek istemediği için, var gücüyle yazıyordu. Sık sık söylediği gibi, “kalemi, düşüncesinin hızına yetişemiyordu”. Yine ondan şu sözü duydum:
“Günün birinde nasıl olsa icat edilecek ama, şimdi düşünceyi yazıya geçiren bir cihaz olsa...”
Müthiş yoruluyordu bileği. Bir an geldi ki; işleyen koluna kramp girmeye başladı. Müdavi hekimler (ona bakan Prof. Dr. Namık Kemal Menteş, Selahattin Akçiçek, Hüsnü Aydıner gibi yakınları) yazmaya biraz ara vermesini, kramp giren kolunu, yumuşak bir yastığa koyup, uzunca süre dinlendirmesini önerdiler. Balıkçı bu öğüde uyacak ha? Ne gezer? Onun yazacakları vardı; çok vakti yoktu.
Dinlendirilmesi önerilen kolunu, masaya koyup, öteki elini yumruk yaparak olanca gücüyle vuruyordu...
***
Şöyle bir olay yaşadım:
Gökova'da, özel bir gül yetiştirmiş, ona sevdiğimin adını vermiştim. Bir gün, bir arkadaşımın oğlu Abdullah (sonra koskoca mühendis oldu), tek çiçek açmış gül fidanını, köküyle birlikte söküverdi. Tam elimi kaldırmıştım ki; Usta'mın sesini duyar gibi oldum:
-Duuurrr!
Birden onun Bodrum'da, aynı yere, aynı fidanı beş-altı kez diktiğini anımsadım. Kaldırdığım kolumu usulca aşağı indirdim...
***
Kendimi yorulmuş hissedince de Balıkçı'yı düşünürdüm.
Bir dilde bir makale yazmaktayken “yoruldum” der, iki dakika soluklanmadan, başka bir dilde -diyelim ki- kitap yazmaya girişirdi.
-Bu ne iş usta, deyince de yanıtı hep aynı olurdu:
-Dinlenmek demek ne demek yahu Şadan? Dinlenmek, uğraş değiştirmek demek. İnsan hep dinlenseydi, dinlenmekten yorulurdu. (Bazılarının yaptığı gibi...)
Karamsarlığa, umutsuzluğa düştüğü olmaz mıydı? O da nihayetinde bir insandı. İspanya'da -iç savaş yılları- böyle duruma düştüğünde ne olur, ne yaparmış:
Dansöz sevgilisi Pilar, omzuna bir şaplak atar:
-Ole bre Cevat, dermiş; bizim ki de “şiddetle yaşama sevincine döner”miş...
Alın, onun şu sözünü çerçeveleyip duvara asın:
“Sevinç, hayatın peşin parasıdır. Ben yaşama coşkusuyla dertleri hiç, sevinçleri hep ederim.”
Boşuna mı demiş, gönüldaşı Sabahattin Eyüboğlu:
-Ölülere can vermekten daha zor ne var? diye sormuşlar Balıkçı'ya,
“Canlılara can vermek” demiş Balıkçı.
Yanında 15 yıl süren öğrencilik yaşamımda şunu (da) öğrendim:
Balıkçı, dünyaya getiriliş nedenini, üstünde yaşadığı toprağın güzellik ve zenginliklerini anlayıp anlatmaya bağlıyordu.
Demiştim ya:
“Ne mutlu Balıkçı'ya ki Anadolusu,
Ne mutlu Anadolu'ya ki balıkçısı var!”
Ben şimdi, folklorda düstur olduğu gibi, “Usta Malı” satıyorum:
“Yararlı bir yemiş gibi yaşa / ve toprağa düşerken / seni taşıyan ağaca teşekkür et!”
Merhaba! Balıkçı, sana, Dünyamızdan!