Bugün 2 Ekim Cumartesi, sabahın erken saatleri. Gazeteye köşe yazımı hazırlayıp göndermem gerek. Önce yerel basın olmak üzere haberler, köşeler arasında bir gezintiye çıkıyorum. Memleketin ve yeryüzünün halleri bildiğiniz gibi. Muhalefete muhalefet etmenin lüksüyle geçinenden, yalnızca günü yaşamakla yetinen, böylece dünden yarına her an savrulmalara açık yazılara; genellemeler içinde sığlaşmalara ve yinelemelere sıkışanlarından akla, bilime çağıranlarına ne renkli bir yelpaze! Büyük oranda yerel yönetimlerin basın bürolarından servis edilen ve “kes-yapıştır” olduğu hemen anlaşılan “haberlerle” yetinmek, ısrarlı bir alışkanlığa dönüştü. Ama bu iyi ve yararlı bir alışkanlık değil. Nedenlerini ve neyin nasıl olması gerektiğini uzun uzun konuşmak gerek. Sevindirici ve umut verici olansa, yerel yönetimlerimizin –koşullarını ancak içinde yaşayanlar bilir- çırpınarak ortaya koydukları işler, eylemler. Değerlerini, ancak yokluklarında görebiliriz. Onlara katkımız, hiç olmazsa eleştiri ile kötüleme arasındaki farkı bilmekle başlayacaktır. Tevatürler, sütre gerisinde dedikodular, kişisel beklentilere bağlı takdir-küçümseme zikzakları, hele ki siyaset bataklığında kulaç atmalar zaman-zemin yitirmekten, hatır ve hatıraları boğmaktan başka bir işe yaramıyor. Dedim ya, bu konu çok özel yazılar gerektiriyor.
***
Dün 1 Ekim’di. Sanat için 1 Ekim, yeni bir sezonun (mevsimin) başlangıcıdır. Sanatın mevsimi olur mu, olmaz mı, tartışılır. Ama bugünün ne anlama geldiğini, perdesini 1 Ekim’de açamayanlara sorun. Küresel salgın nedeniyle vahim sıkıntılar içinde yaşayanlara, dağılan topluluklara, çalgılarını satmak zorunda kalanlara, nihayet sanatçı yakınlarını kederli ölümlerde yitirenlere sorun, size uzun uzun anlatsınlar.
İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, 70 yıl sonra perdelerini yeniden ve bu sıkıntılara rağmen açtı. Sürece dair düşüncelerimi, eleştiri ve önerilerimi, özellikle bu köşede peş peşe yayınlanan yazılarımla paylaştım. İlk oyunları “Azizname”ye dair estetik-düşünsel eleştiriler de elbette olacaktır, olmalıdır da. Bu bile İzmir’e, kentimizin kültür ve sanat yolculuğuna yadsınamaz, ihmal edilemez bir katkı olacaktır. Bunun ilk koşulu da, her şeyden önce oyunu izlemektir.
Sanatsal örgütlenme ve kurumsallaşma, sanıldığı kadar kolay değildir. Yüzlerce yıla dayanan sorunlarımızın gölgesinde, neredeyse her girişimimiz sancılı olmuş, deneyim ve birikimler yanı başımızda dururken “Amerika’yı yeniden keşfetme” alışkanlığımızdan vaz geçilememiş, ilk düğmenin yanlış iliklenmesinin nelere yol açtığına dair geçmişteki bin bir örnekten yararlanılamamıştır. Bu durum yalnızca sanat cenahıyla ilgili değildir, hayatın her alanını belirleyen bir yoksunluktan dem vurmaya çalışıyorum.Küresel salgının korkunç sonuçlarının nedeni yalnızca bir virüs müydü, yoksa örgütlenme, öngörü ve önlem noksanlığımız ile sistemin bu alandaki acınası yetersizlikleri miydi, bir düşünelim demeye çalışıyorum.
***
Sözü uzatmaya gerek yok. Şimdi İzmir’in bir Şehir Tiyatroları vardır ve bize düşen ona sahip çıkmak, gidişatını ve olgunlaşmasını üretime yönelik eleştirilerle-önerilerle izlemek, dahası başarısızlıktan zevk alan ruhsal arızalardan kurtulmak, övgüde ve yergide stratejik-konjonktürel davranmamaktır. Şehir Tiyatroları’na başarılar dileyelim ve yolunu açan başkan Tunç Soyer ile emek verenlere teşekkür edelim. Dün gece orada olması gereken ama bir köşedeki fotoğrafıyla yüreğimi titreten Hülya Nutku ile yıllar önceki girişiminin heder edilmesindeki üzüntüsünü yakından bildiğim Özdemir Nutku hocalarımı bir kere daha hüzünle, vefayla, sevgiyle andım. İçinde yıllarımı geçirdiğim Devlet Tiyatroları’ndan bu ülkenin en uzak yerlerinde sahnesini perdesini açanlara, emekçilerine başarılar diledim, selamlarımı ve saygılarımı gönderdim. Bu büyük ailenin parçası olmaya çalışmak ne güzeldir.
Az sonra Bademler Köy Tiyatrosu’na, provaya gideceğim. Nerede kalmıştık diyecek, 90 yaşına hazırlanan bir yapılanmanın sorumluluğuyla işe koyulacağız. Kent, ülke ve yeryüzü olarakbir sınavdan geçiyoruz. Sanat, emekçisi ve izleyicisi bundan azade değildir. Bilenlere selam olsun.