Pandemi hız kesmiyor, can üstüne can almayı sürdürüyor geride gözü yaşlı kalpler kavurarak.

Ölümler önceki yıllara göre ülkemizin yarısında yüzde 50’den yüzde 400’e kadar artmış! Hastanelerin hepsi bu hastalıkla mücadelede. Yoğun bakımlar dolu. Sağlık çalışanları tükendi, verilen şehit sayısı 250. “Ölüyoruz”, “Covit-19 Meslek Hastalığı Sayılsın” feryatları yükseliyor. En korkulan mutasyona uğramış virüs! Durum vahim ötesi!

Merkezi yönetim, toplumla iletişimde şeffaf ve güvenden uzak. Gerçek vefat ve vaka sayısı hala net değil. Turkuaz tabloyla oynanıyor! Sonuçta vaka sayısında Avrupa birincisiyiz.

Neden taksit taksit kısıtlama? Niye tam kapanmıyoruz niye? Aşıya endekslendik, umudumuz aşı, ilacın da bulunması!..

Prof. Dr. Bengi Başer’in tespitiyle; “Salgın yönetimi karnemiz kırıklarla dolu.”

***

Bunlar gündemdeyken bir Prof. etiketli “Türkiye’nin en çok okunan yazarı” Yılmaz Özdil’in cenazesinin camilere sokulmamasını isterken, bir başka Prof. da “üniversitelerin fuhuş evleri” haline geldiğini ekrandan savunabiliyor. Eğitimli cehalet içindeki güç, gerçekten bir felaket!

Su sıkıntısı baş gösteriyor. Yağmur dualarına çıkılıyor! Enflasyonu düşük göstermeye harcanan algı çabaları had safhada. “Türkiye’de yoksulluk sorun olmaktan çıktı” diyebiliyor ilgili bakan işsizlikten, aşsızlıktan intiharlar peşpeşeyken!.

***

Bütün bunlar olurken biraz dram biraz -zor da olsa- gülümsetici bir şehir hikayesine de yer verelim Oktay Gökdemir Hocam’dan. Buyrun; “Ön tekerleri neredeyse asfalta yapışmış Doğan görünümlü Şahinler diyarındayım. Pembe, sarı, turuncu renkli arabalarda son sistem ekolayzırlar eşliğinde bu pandemide ve distopik ruh haline inat, müthiş bir müzik etrafı şenlendiriyor. ‘Hedefim sensin’ diyor biri, öbürü; ‘Çek tulumbayı çek çek çek’ diye diğerine nağme yapıyor. Yoksul çocuklar ellerindeki salçalı ekmeklerle koca gün sürecek oyun macerasına başlamışlar. Kahveler kapalı. İnsanlar kah seyyar tavuklu pilav arabalarının önünde çember oluşturmuşlar, kah da Musevi mezarlığının duvarlarına oturarak iki beşlik bozuyorlar.

On aydır bittik be yaaa’ diyor davulcu Muhittin Abi. ‘İş yok, güç yok, para yok, sinyal yok, hiç bi şey yok be abem’ diye de ekliyor. Kemancı İsmet ise 'Sigortamız yok, erangi bir sosyal yardım da alamıyoruz. Valla çöplerden besleniyoruz çöp adam olduk gari’ diyor ama yine de hayata tutunduğu son yer olan gülümsemesini ve ironisini kaybetmiyor. Bu ortamda ve bu koşullarda bile espri yapabiliyor...

Çiçekçi Sabayat Abla, ağır ağır yürüyor. Ellerinde kırmızı güller. ‘İşler nasıl?’ diyorum ‘Bom bok Maykıllll’ diye cevap veriyor. Sonra acı acı gülüyor ve ekliyor; ‘Bakla falı ve çiçekle 3 çocuk büyüttüm ben. Şimdi ne fal baktıran, ne de çiçek alan var. Akşama kadar iki üç demeti bile zor satıyom. Yediğimiz kuru ekmek. Kasap nerde, unuttuk!’

Dolmuşa bindim, tek müşterisi ben! Şoför de isyanda.

(…)Şehrin arka sıralarında oturanları vurmuş Kovid...

Başlarda ‘eşitlikçi’ falan diyorduk. Ama süreç ilerledikçe dünyanın yoksulları kaybediyor.

Ve bu derin yoksulluk ne yazık ki artarak devam edecek. Dolmuşun camından Kuruçay ve Dayko'ya bakıyorum. Şehir insan hikayeleridir. O gecekondularda müthiş insan hikayeleri yaşanıyor hergün. Şehri ve insanı anlatmaya devam. Zira şehir insana dair her şeydir!”

***

Ben ne diyeyim, ne sorayım Oktay Hocam? O yoksullar zengin, varlıklı bir ülkede de doğabilirlerdi. “Aydınlık ve güzel” ülkemde salgınla beraber yoksulluk daha da derinleşiyor.

Bilge İbn-i Haldun gibi, “Coğrafya kader mi?” sorsam? Davulcu Muhittin Abi gibi “On aydır bittik be yaaaa” mı desem?