Neden Anlaşamıyoruz ?
Sanırım hepiniz bir çok kere karşılaşmışsınızdır.
Bir şey söylersiniz, karşınızdakinin de anladığını düşünürsünüz.
Sonra bir kriz anında, bu konuşma şöyle gelişebilir mesela:
“-Sen bana öyle bir şey söylemedin.”
“-Ya nasıl olur. Dedim ya. Böyle böyle…”
“-Hatırlamıyorum”
Sonra bu benzeri durum, aynı kişiyle bir kaç kez daha yaşanınca, dersiniz ki: Kayıt altına alayım, ya da bir şahitin eşliğinde söyleyeyim. Bakalım bu sefer ne olacak?
Sonra tane tane seçtiğiniz ve ne demek istediğinizi tam da açıklayabildiğini düşündüğünüz kelimelerle, anlatırsınız meramınızı. Tamam dersiniz, her halde bu sefer oldu.
Heyhat… Karşınızdaki, benzeri bir kriz anında, şöyle deyiverir.
“Ama ben öyle anlamadım”
Hafif iç geçirirsiniz.
Küçük bir baygınlık hissi falan.
Ayılıp, kendinize geldiğinizde, yani biraz sakinleştiğinizde, şunları sorarsınız kendinize.
“-Neden anlatamıyorum?”,“-Neyi yanlış yapıyorum?”
Aynı kelimelerin oluşturduğu cümlelerden, neyi farklı anlıyoruz?
Ya da başka bir ifadeyle; “Neden anlaşamıyoruz?”
Dil, yani konuşabilme ve söyleneni anlayabilme yeteneğinin, bazı araştırmacılara göre 160 bin yıl önce, modern insanın ortaya çıkmasıyla belirdiği tespit edilirken, kimi araştırmacılar dilin, doğrudan atamız sayılmayan, yarım milyon yıl kadar önce yaşamış Homo Heidelbergensis’lere kadar ulaştığını söylemekte.
Hadi fazla uzatmayayım da sadede gelelim.
Dil dediğimiz şey, aslında bir nevi, sembollerin sesli olarak üretilmesi.
Yani her sembol veya semboller gurubu, yani bu durumda burada ses, bir anlama karşılık geliyor.
Ağzınızdan çıkan tüm ses ve ses grupları, bulunduğunuz coğrafya ya da yakın çevrede, birbirinden etkilenebilen türler arasında, anlamlı bir durum, bir iletişim hali teşkil etmeye başlıyor.
Yani bilimsel olmayan, “bence” formatlı tespitim budur.
Neyse… Asıl konumuza dönelim.
Binlerce, hatta yarım milyon yıl öncesinden bu yana, bu ses sembolleri, bulundukları coğrafyaların da etkisiyle, bir takım farklılıklarla, bu günkü bildiğimiz anlamda, binlerce farklı dil, şive ve benzerlerine dönüştüler.
Aslında, birer sembol dizisi olan bu ses dizilimlerine, biz bu gün, Türkçe, Çince, İngilizce, Almanca, Rusça, Fransızca vb. gibi adlar vererek, aramızda bu araçlarla, sembollerle anlaşmaya çalışıyoruz.
Demek ki neymiş. Dil aslında kendimizi, düşüncelerimizi, duygularımızı ifade etme aracıymış.
Ve biz bu ifade etme araçlarından bildiğimiz bir ya da bir kaç dil ile kendimizi ifade etmeye, meramımızı anlatmaya, karşımızdakilerle anlaşmaya çalışıyoruz.
Ama başaramıyoruz…
Başaramayacağızda…
Çünkü düşündüğümüz anlamda dil, bir anlaşma aracı değil, anlaşabilme çabamızda kullandığımız yetersiz bir araçtır.
Hani, idareten…
Bazen kelimelere, bilinen anlamlarından farklı anlamlar yükleyip, bazı kelime guruplarının, anladığımız anlamdaki karşılıklarından farklı anlamlar da ifade etmesini isteriz ya.
Metafor deriz, teşbih deriz hani… İma ya da…
Hah, işte zurnanın “zırt” dediği yer tam da orası.
Bu, dilin ya da dillerin, aslında anlaşmaya, ifade etmeye, düşündüğümüzü aktarmaya çok da yetmediğinin bir ikrarı. Evet evet… Dil; düşündüklerimizi, aklımızdan tüm geçenleri, duygu durumumuzu, bizim içsel olarak bir saniyeden daha kısa sürede ortaya çıkan, duygu ve düşüncelerimizi aktarmaya yetmeyen, aciz kalan bir araçtır.
Diyelim ki gelişen teknoloji sayesinde tüm insanlar, dünyadaki yaşayan ya da şu an ölmüş, konuşulmayan tüm dillerin hepsini anlayabilecek ve konuşabilecek hale geldik. Milyonlarca kelime hazinemizle, her şeyi aktarabilecek yüzlerce, binlerce sembolümüzle, konuşabiliyor ve anlayabiliyoruz…
Ne olacak sanıyorsunuz?
Zenginleşen o kelime dağarcığımız, hakim olduğumuz binlerce sembolümüz, Homeros ya da Shakespeare’i kıskandıracak düzeydeki dilimizle, mesela kalbimizden o an geçen, tarif edilemeyecek büyük bir acı ya da kendimize dahi tarif edemediğimiz, sonsuz heyecan ve ya mutlululuğu tarif edebilecek mi?
Vicdanınızın sesi, hangi dildendir mesela, ya da kalbiniz, size hangi dille seslenir ?
Bakın, bir duygu ya da düşünceyi, çok güzel anlatmaktan bahsetmiyorum.
O duyguyu, içimizde bir saniyeden daha kısa sürede geçen, hissettiğimiz o durumu ifade edebiliyor mu? Onu diyorum…
?
Sanat, sanırım bunun için var.
Konuşma dilinin temsil kabiliyeti, insanların duygularını, düşüncelerini ve hislerini ifade etme konusundaki yetersizliği nedeniyle ortaya çıkmış olabilir mi?
Van Goghun aslında öyle olmayan gökyüzünü (belki de sadece Xanthopsia (Ksantopya) hastalığından muzdarip te olabilir tabi), neden o garip kavuniçi, sarı benzeri renge dönüştürüverdiğini düşündünüz mü? Onun baktığı gökyüzünü biz neden öyle göremiyoruz?
Chopin mesela ne diyor, ne söylüyor?
Tamam, dinlediğimiz notalar bir şeyler hissettiriyorda, ne diyor yani?
Nuri Bilge Ceylan filmlerinde çoğunuzu sıkan görüntü dizisi, ağır aksak giden olay akışı aslında hayatın olağan akışından hiç farklı değilken, o görüntülerin dizimi ve kurgusunun yarattığı duygu, ne demek ister? Biz o filmlerden mi sıkılıyoruz, yoksa o filmin yarattığı, tanımlayamadığımız duygu durumuyla yüzleşmekten mi?
Mesela diğer bir dilden, konuştuğunuz, anladığınız dile çeviri yapılırken, ortaya çıkan anlam, tamı tamına doğru mudur? Bir Tolstoy romanının Türkçe çevirisi, aslında biraz da çevirenine ait, yeni bir roman sayılabilir mi? Öyle ya. Yazarının aktardığı duygu ve düşüncelere, bir başka dilin kendi çerçevesinden bakarken, anlam ne kadar kayba uğrar? Kim bilir belki de daha da zenginleşir.
…
Fazla yayıldım. İpin ucu kaçmak üzere.
Dedim ya, anlaşamıyoruz işte.
Hiç bir zaman “Tam olarak” anlaşamayacağız da…
Konu ile ilgili en güzel tespitlerden biri de Orhan Veli’ye ait.
Şair, kelimelerin ne kadar yetersiz kaldığını, şöyle aktarıyor “Anlatamıyorum” şiirinde;
…
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
Biraz olsun, birbirimizi daha fazla anlayabileceğimiz, daha iyi bir yıl olsun 2025.
Bilmem anlatabildim mi?