Askeri ve sivil otoriteler yıllardır aynı şeyi söylüyor: “Türk yetkililer, Suriyeli yetkililerle masaya oturmalı; barış yapmazsak çok sayıda askerimiz ölür.”
Ama kimin umurunda? Askerlerimiz ölünce diyorlar ki: “Biz daha fazlasını öldürdük. İntikamımız kötü oldu…” Sanki matah bir şeymiş gibi!
Kurtuluş Savaşımızın kahramanı, büyük ‘savaşçı’ Mustafa Kemal, 1922’de İzmir’de “Askeri hareketler, siyasi etkinliklerin ümitsiz olduğu noktada başlar” demişti. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmadan önce ise büyük bir ‘barışçı’ya dönüşmüş ve 21 Mart 1923’te Adana’da Türk Ocağı’nda şöyle konuşmuştu: “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Gerçek düşüncem şudur: Ulusu savaşa götürünce vicdan azabı duymamalıyım. ‘Öldüreceğiz’ diyenlere karşı, ‘ölmeyeceğiz’ diye savaşa girebiliriz. Ancak, ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir.”
Savaşmayı çok iyi bilen bir kişi, neden barışı seçti, zorunlu olmayan savaşı neden ‘cinayet’ olarak niteledi? Biraz düşünün, lütfen; şehit olan 36 askerimizin İdlip’te bulunması ‘zorunlu’ muydu?
Daha nice askerimizin ölmemesi, yeni ocaklara ateş düşmemesi için neler yapabiliriz? Adana’daki aynı konuşmada, bunun da yanıtını vermiş, Mustafa Kemal:
“…bundan sonra toplanacak olan meclisin memlekete, millete yapmaya mecbur olduğu görevler çok güç, çok ağır, çok önemlidir. İçinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına, anlayışına, vicdanına en çok güvendiğiniz insanları seçiniz. Ancak bu sayede meclis sizin isteklerinizi yapmaya, lâyık olduğunuz rahatlığı sağlama gücüne sahip olacaktır.”
İşte temel sorun burada… Bir kez daha düşünün, lütfen. Şu an bizleri yönetenler ‘memleketi ve milleti en çok seven, aklına, anlayışına, vicdanına en çok güvendiğimiz insanlar’ mı? Sorum sadece iktidardakiler için değil, ‘yönetmeye aday’ olan muhalefettekiler için de geçerli. Yanıtınız büyük ölçüde “Hayır” ise, bunun nedenlerini iyi araştırmalıyız ki çözüm yollarını da bulabilelim.
Gerek iktidar gerekse muhalefettekiler, bulundukları yere hangi olayların ardından ve kimlerin desteğiyle gelmişler, emperyal güçlerle nasıl ilişkileri olmuş?
“Yurtta barış, dünyada barış” dahil, Atatürk ilke ve devrimlerini benimsemeyen, çıkar düşkünü, emperyal güçlerle iş birliği yapan siyasetçilerden kurtulmanın yolu, ‘içimizdeki, memleketi ve milleti en çok seven, aklına, anlayışına, vicdanına en çok güvendiğimiz’ siyasetçileri desteklemekten; siyasetçi olmayanları, siyasete girmeleri için ikna etmekten geçiyor.
“Elimizdeki paranın sahte olup olmadığını nasıl ışığa tutup içinde ‘Atatürk’ olup olmadığına bakıyorsak, bazı adamlar için de aynısını yapalım” demişti, Ali Poyrazoğlu. Çok haklı…
Sahtelerin yerini gerçekler almalı!
Ki eğitim sistemimiz düzelsin, genç beyinlerimiz yurt dışına kaçmasın, çağdaş uygarlık düzeyini yakalayabilelim…
Ki ekonomimiz düzelsin, işsizlik ortadan kalksın.
Ki ‘barış’ gelsin, gencecik askerler ölmesin, yeni ocaklara ateş düşmesin…
Ki vasıfsız yöneticiler değil, anneler gülsün!